Paylaş
Ama ben eğer tek bir neden sayma hakkım bulunsaydı, Osmanlı’nın bilime sırtını döndüğü için battığını söylerdim.
Taha Akyol belki bana kızacak ama Osmanlı’nın Kanuni döneminin ortalarından itibaren, yani gücünün doruğunda olduğu yıllardan itibaren bilime sırtını dönüp kendini taassuba kaptırdığını düşünenlerdenim.
Bu elbette bir gün ansızın ve tek bir adımda gerçekleşmiş değil. O güne kadar bilimle uğraşanlar Şeyhülislam Ebussuut Efendi bir fetva verdi diye bilimden vazgeçmediler ama o günden sonra bilim Osmanlı’nın devlet önceliklerinden biri olmaktan çıktı. Çıkış o çıkış.
Osmanlı gerilemeye başladığını, Batı karşısında savaşları kaybeder olduğunda anladı. Bugün bizim ders kitaplarımıza bakarsanız, Osmanlı gerilemesini hâlâ savaş ve toprak kaybı olarak gördüğümüzü anlarsınız. Kafamız çok da değişmedi yani.
Savaş ve toprak kayıpları sürdükçe buna çare arayışları da hızlandı. Aranan şey şuydu: Batının askeri gücünü sağlayan teknolojisi ve sistemini biz kendimize nasıl uyarlayabilirdik?
Hiç düşünmedik, Batıyı üstün yapan şeyin görünür yüzüydü silah teknolojisi ve ordu düzeni. Marksist terminolojiden aşırma yapacak olursak, biz sadece ‘üst yapı’yı görüyor ve o ‘üst yapı’ya sahip olmaya çalışıyorduk. Ama Batıya o ‘üst yapı’yı sağlayan bir de ‘alt yapı’ vardı; onu ya hiç merak etmiyorduk ya da etsek bile kendimize almayı düşünmüyorduk.
İşte o ‘alt yapı’ özgürlükler düzeni ve bilimdi. Batıda özgürlük kiliseye karşı kazanılmış, kilisenin bilgi üzerindeki tekeli kırıldıktan sonra rönesans yaşanmıştı. Şaşırtıcı biçimde pek çok Avrupa ülkesinde neredeyse eş zamanlı olarak benzer şeyler yaşanmıştı ve bunlar hep benzer sonuçlar doğurmuştu.
Ticaret yollarının ele geçirilmesini sağlayan bilimsel teknolojik gelişmeler, onu izleyen ve bilime dayalı askeri teknoloji, sömürgecilik sayesinde oluşan sermaye birikimi, ölçek ekonomisine geçiş, giderek sanayi devrimi, ulaştırma ve haberleşme devrimleri...
Biz bütün bunları var eden alt yapıyla hemen hemen hiç ilgilenmedik. Kendimize özgü bir gelişim modeli de üretemedik. Ama bu bilimsel gelişmelerin sonucu olan teknolojiyi hep istedik.
Türkiye’de kurulan ilk modern ve batılı eğitim kurumunun mühendis okulu olması çok anlamlı. Temel bilimler fakültesi değil mühendislik fakültesi açtık biz. Bugünkü İTÜ’nün kökenini yani.
Cumhuriyeti kuranlar, özellikle de Atatürk, sanki o alt yapıyı biliyor, onun önemini kavramış gibi duruyor ama ancak bir mesafeden bakınca bu böyle.
Evet genç Türkiye kurduğu, yaptığı üniversite reformuyla Batılı modele geçti, temel bilim fakülteleri kuruldu vs ama Batının modeli tam olarak alınmadı, kısmen alındı. Yani taklit ederken bile tam bir taklit yapmadık, işimize gelen kadarını (özgürlükler dışarıda kaldı örneğin) veya yapabildiğimiz kadarını (halkta sermaye birikimi olmadığı için devlet eliyle sermaye birikimi yaratılması, yani yolsuzluk ve kayırma ekonomisinin kural haline gelmesi) yaptık.
Baktığınızda, yıl 2012 ama bu durum değişmiş değil. Temelde 17. yüzyıl Osmanlı bürokratı veya erken cumhuriyet dönemi politikacısıyla bugünün yöneticileri aynı biçimde bakıyor soruna: Şu teknolojiye bir sahip olsak da eski güzel günlerimize geri dönsek...
Oysa biz o teknolojiye sahip olduğumuzda o Batı bir üst teknolojiye çoktan geçmiş oluyor. Yarışta hâlâ gerideyiz; çünkü taklit etmeye devam ediyoruz, taklidi de tam yapmıyoruz.
Devlet eliyle kapitalist yaratma maceramız bitmiyor
CUMA günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e birlikte sosyal paylaşım ağı Twitter’ın merkez ofisine gittik, twitter’ı kuran adamla tanıştık, ondan bilgi aldık.
Çıkışta bir başka şirkette çalışan ama Cumhurbaşkanı’nı görmeye gelen bir Türk bilgisayar mühendisiyle tanıştım, ayak üstü biraz sohbet ettik.
Mühendis, ‘Türkiye’de para yok’ dedi. ‘Sanayi bakanı üç yılda 30 milyon lira dağıtacağız diyor ama bu para burada iş yapacak girişimciler için fındık fıstık parası. Türkiye’nin ayırdığı bu bütçenin tamamını tek başına alarak işe başlayan şirketler var burada.’
Aslında bu mühendis doğru bir gözlem yapıyor ve doğruyu söylüyor ama bence o da tüm resmi göremiyor. Tüm resme baktığınızda, Türkiye’nin sermaye birikiminin hâlâ yetersiz olduğunu, bir ölçek ekonomisini hâlâ yaratamadığımızı söylemek durumundayız.
Bu böyle olduğu için zaten devlet hâlâ parasal teşvik veriyor; yani eksik sermayeyi kısmen de olsa tamamlamaya çalışıyor. Amerika’da hayal edilebilir bir şey değil; devletin doğrudan girişimcinin cebine para koyması.
Yani devlet eliyle kapitalist yaratma maceramız hâlâ bitmiş değil aslında.
Ah bir Silikon Vadimiz olsa bütün dertler bitecek ama...
SALI gününden beri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte ABD’de San Francisco’da, Silikon Vadisi’ndeyiz. Bugün dönmüş olacağız.
Birkaç gün önce de yazdım; biz bakınca Silikon Vadisi’ni, buranın hepsi olağanüstü başarılı teknoloji şirketlerini, sosyal medyasını vs görüyoruz.
Oysa bunlar birer sonuç. Hiç de küçümsenmemesi gereken olağanüstü şeyler ama sonuç bunlar. Yani üst yapı.
Arka planda İngiltere’de Alan Turing diye bir adamı yetiştiren, var eden sistem var. Arka planda Macaristan göçmeni John von Neumann diye bir adamı eğiten ve var eden sistem var.
Bu iki dev matematikçi olmasa, bugün ne Steve Jobs olurdu ne Bill Gates ne de Mark Zuckerberg.
Biz o yaratılan matematiği değil, doğrudan Steve Jobs’u istiyoruz.
Biz, hemen komşu Stanford Üniversitesi’ni değil, önce Silikon Vadisini istiyoruz. Oysa yazmaya çalıştım, zamanın hippileri olmasa, burada Stanford ve Berkeley gibi üniversiteler olmasa, ne Silikon Vadisi olurdu ne Bill Gates.
Paylaş