Paylaş
Kâğıthane’de bir markete molotofkokteyli attığı suçlamasıyla yargılanan Kırmızıgül’ün davası, Türkiye’deki yargılamalara öteden beri hâkim olan anlayışın genel özelliklerini taşıyor.
Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Kırmızıgül hakkında “elle tutulur hiçbir kanıt yok”.
Hayır, aslında şöyle demeliydim: Elle tutulur tek kanıt boynuna bir puşi bağlayarak dolaşması!
Nitekim puşi de mahkeme kararıyla “müsadere edilmiş”, suç işlenirken kullanıldığı için!
Yargılamayı izlediyseniz, Kırmızıgül’ün Kâğıthane’de bir markete molotofkokteyli atıldığı gün oralarda gezinirken yakalandığını hatırlarsınız.
Kendisinden şüphelenerek gözaltına alan polisler, yargılama sırasında mahkemede verdikleri ifadede, molotofkokteyli atan kişinin Kırmızıgül olup olmadığından tam olarak emin olmadıklarını söylediler.
Davanın üçüncü oturumunda ifade veren gizli tanık ise markete molotofkokteyli atarken gördüğü kişinin Kırmızıgül olmadığını söyledi.
Savcı, beşinci duruşmada beraat kararı verilmesini istedi ama sonunda Kırmızıgül, 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Mahkemenin gerekçeli kararını henüz görmedik ama duruşma boyunca izleyebildiğim kadarıyla, sanık ile “yardım ettiği” iddia edilen örgüt arasında bir ilişki kanıtlanamadı, bununla ilgili geçerli bir delil sunulmadı.
Tanık polisler, sanığın suçu işlediğinden tam olarak emin olmadıklarını söylediler, dikkate alınmadı. Ceza yargılamasında, “şüphe”, sanığın lehine değerlendirilmesi gereken bir durum değil mi? Yoksa Türkiye artık modern hukuktan kopup yeni bir yöne doğru mu gidiyor: Basit şüphenin bile suç kanıtı sayılabileceği bir “ortaçağ hukuk anlayışına” doğru mu evrim geçiriyoruz?
İstanbul’da Avrupa’nın en büyük “Adalet Sarayı” yapıldı. Modern bir bina! Ama üzerine artık “Allah Mahkemeye Düşürmesin” yazmak daha özlü ve durumu anlatan bir ifade olacaktır.
İyi ki Başbakan’ın korumaları var!
ESKİ Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, bakanlığı ve müsteşarlığı dönemindeki bazı iddialar ile ilgili olarak yazdığı köşe yazılarını bir kitapta toplayan CHP Milletvekili Aydın Ayaydın’a saldırmış.
Aydın Ayaydın, Tüzmen’in kendisini yumruklamaya çalıştığını anlatıyor. Kendisini eski bakanı iterek korumuş.
Tüzmen de olayı şöyle açıklıyor: “Başta kendisi olmak üzere validesi ve ailesine hürmetlerimi sundum”!
“Seviye”nin böylesine ne demeli bilmiyorum!
Tabi bu olay ile ilgili haberleri okurken “Allah Başbakan Erdoğan’ı korumuş” diye söylenmeden de edemedim.
12 Mayıs 2011’de (demek ki bir yıl olmuş), Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bazı eski bakanları neden aday yapmadığını şöyle açıklamıştı: “Biz temiz siyaset sözü vererek geldik. Benim bir bakanım bunu yapamaz. Bugüne kadar bazı bakanlarla ilgili atılmış adımlar varsa, bunun gerekçeleri vardır. Bugün birçoğu milletvekili adayı olmadıysa nedenleri vardır.”
Bu sözlerden anlamıştık ki Başbakan’ın aralarında Tüzmen’in de bulunduğu bazı bakanları milletvekili adayı yapmamasının nedeni, haklarındaki bazı iddiaları ciddi bulmuş olmasıydı.
Ayaydın da böyle iddialar nedeniyle yazdığı kitap için saldırıya uğradı. “Başbakan’ı Allah korumuş” derken, bu benzerliği hatırlamıştım.
Tabii memleketimizin
savcılarının, en yetkili ağızdan yapılan bir suç duyurusunu, deyim yerindeyse “hiç sallamamaları” da altı çizilmesi gereken bir başka “adalet durumu”!
Buyurun ‘temcit pilavı’na!
KONUYA bu başlıkla girince aslına bakarsanız, deyimin anlamı bakımından kendime yönelik bir eleştiri var. Ama bu kişisel eleştiriyi, başkalarına yansıtabilmek lüksüne sahibim, çünkü aynı şeyi ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyor olmamın nedeni bir türlü tatmin edici bir yanıt alamıyor olmam.
Meselâ KPSS sorularını çalan çetenin neden bir türlü yakalanamadığını soruyorum, bu konuyla ilgili olarak Başbakan tarafından bizzat görevlendirilen MİT Müsteşarı ve Emniyet Müdürü kılını kıpırdatıp da yanıt vermiyor.
Oysa “MİT Müsteşarı’nın burnunda çıban çıktı” diye yazsam, MİT Basın Bürosu hemen açıklamayı dayar: “MİT Müsteşarı’nın burnunda çıban çıkmamıştır, kurumumuzu ve müsteşarımızı yıpratmaya yönelik bu haberin düzeltilmesini rica ederim vs.”
“Suudi Arabistan Kralı, Türkiye ziyaretinde devlet büyüklerimize ve eşlerine ne hediye etti” diye soruyorum, yine tıs yok. Oysa yasa ve yönetmeliklere uyulsa, bu hediyeler beyan edilmiş ve Hazine’ye devredilmiş olurdu ve ilgili basın büroları hemen bana açıklamayı gönderirlerdi: “Filan tarihte, şu sayılı yazıyla beyan edildi, hazineye devredildi” diyerek!
Ama böyle bir şey gelmiyor. Mücevherlerin nasıl olsa ortaya çıkmayacağı mı sanılıyor?
Bülent Arınç’a suikast yapılacak diye ortalık ayağa kaldırıldı, aradan bunca zaman geçti ne açılan bir dava var, ne de bu suçu işleyeceği iddia edilen bir sanık.
Bülent Arınç geçen gün demeç vermiş, “ben her şeyi bilirim” diyor, o bile bu suikast işinin ne olduğu ile ilgili bir açıklama yapmıyor. Bu normal bir durum mu?
“Temcit pilavı” deyimindeki duruma uyuyor bu yazdıklarım, ama ben ne yapayım?
Paylaş