Paylaş
Bu komisyon yeni anayasanın yazım çalışmalarına da başladı. Türkiye’de, 12 Eylül darbesi sonrası askeri cunta tarafından son hali verilen 1982 Anayasası belki kabul edildiği günden itibaren tartışılan bir metin oldu. Zaten bu kadar tartışmalı olduğu için de aradan geçen zamanda çok defa değiştirildi.
Bugün bu anayasanın tamamen kaldırılıp yerine yenisinin konması için bir uzlaşma varmış gibi gözüküyor. Aslında negatifte, neyin olmaması gerektiğinde bir uzlaşma bu. Önümüzdeki aylar, aynı uzlaşmanın pozitifte de olup olmayacağını, yerine konacak yeni metnin üzerinde anlaşılıp anlaşılmayacağını bize gösterecek.
Ama gelin çok temel bir soru soralım, var olan negatif uzlaşmayı bir sorgulayalım. Acaba partilerimiz, 1982 Anayasasına neden karşı oldukları, onu neden silip atmak istedikleri konusunda aynı şeyleri mi düşünüyor?
Eğer partilerimiz 1982 Anayasasını neden beğenmedikleri konusunda üç aşağı beş yukarı aynı sebeplere dayanıyorlarsa, bence yeni Anayasa üzerinde de kolayca uzlaşacaklardır. Ama korkarım, her partinin 1982 Anayasası’ndan şikayeti ayrı ve bu benzemezlik durumu da ister istemez geleceğin uzlaşmasını zorlaştırıyor.
Kaldı ki ilk bakışta benzermiş gibi gözüken bazı şikayetlerde bile aslında ciddi bir ayrışma var.
Bir örnek:
Çoğu partimiz, 1982 Anayasası’ndan, bu anayasa ‘siyasetin alanını daralttığı’ için şikayet ettiğini söylüyor. Söylüyor ama bu dedikten hemen sonra da, kendilerinin yeni anayasaya ilişkin bazı ‘kırmızı çizgileri’ olduğunu belirtmeden duramıyor.
‘Anayasanın siyasetin alanını daraltması’ aslında şu anlama gelir: Normalde siyasetin konusu olması gereken bazı alanlar, anayasa konusu yapılarak bunlar üzerinde metazori uzlaşmalar yaratılıyor, oysa gerçek hayatta böyle uzlaşmalar olmadığı gibi tam tersine çatışmalar var, bırakın siyaset bu çatışmalar üzerinden yapılsın, çatışma alanları normalleşsin.
Bu tanımdan hareket edecek olursak, siyasi partilerimizin bir yandan siyasetin alanını genişletelim derken yeniden daraltarak kendi kendileriyle çelişkiye düştüklerini söyleyebiliriz.
Ama esas önemlisi, partilerimiz kendi siyasi görüşlerinin Anayasa kuralı olmasını istemiş oluyorlar.
Burada, diyelim CHP, bugünkü Anayasanın 24. maddesinde ifadesini bulan dinin siyasete alet edilmesinin anayasaca yasaklanmasını kırmızı çizgi sayarken, MHP ile Ak Parti, Anayasanın 14 ve 15. maddelerindeki temel hak ve özgürlüklerin hangi şartlarda kısıtlanabileceğine ilişkin hükümlerin kendi siyasi görüşlerine uygun biçimde aynen Anayasada kalmaya devam etmesini ‘kırmızı çizgi’ sayabiliyor.
Böyle örneklerin sayısını arttırabilirim ama gerek yok, derdimi anlattım sanırım.
Mesele, siyasi mücadele konusu olması gereken şeyleri Anayasaya sokturma (veya çıkarttırmama) ve bu yolla siyaseti ‘milli’leştirip sınırlama meselesidir. Bu mantığın 12 Eylül darbecilerinin mantığından farkını anlamak da zor açıkçası.
Oysa anayasa, demokrasinin hayata geçirildiği ve siyasetin üzerinde yapıldığı bir temel bir hukuki metin olmalı. Bir ideoloji, önceden belirlenmiş bir siyasi fikir içeren Anayasa ister istemez geleceğin siyasetini de sınırlayan bir metin olacak.
‘Kısa ve öz’ anayasadan kasıt da budur esasen; sözü edilen kısalık ve özlük metnin kısa olması değil Anayasanın kapsadığı alan sayısının az olmasıdır.
Yönetimin yerelleşmesini konuşmayacak mıyız?
ÖZELLİKLE, MHP’nin kırmızı çizgilerinden biri, mevcut Anayasada yer alan merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki idari vesayetinin sürmesi. Bildiğim kadarıyla bu vesayetin sona erdirilmesi de BDP’nin kırmızı çizgisi. Bu tartışmada AK Parti ve CHP de bana göre MHP’ye daha yakın ama onunla aynı olmayan bir noktada duruyorlar.
Daha şimdiden, AK Parti’nin Meclis’e sevk ettiği yeni büyükşehir belediyeleri kuran tasarıya AK Parti’nin yakın çevresinden gelen tepkilerden anlıyoruz ki, iktidar grubu bu merkezi vesayetten çok da şikayetçi değil.
Seçilmiş belediye başkanı ve belediye meclislerinin o şehirlerin kaderinde yegane belirleyici olması, belediyelerin bir çeşit vergi salma yetkisine sahip olması, vilayet sınırlarının yerine belediye sınırlarının getirilmesi gibi adımların ‘Türkiye’yi bölünmeye götüreceği’ öne sürülüyor.
Bu görüş eğer doğruysa, Türkiye zaten silah zoruyla bir arada tutuluyor demektir. Bir şeyi silah zoruyla ne kadar daha bir arada tutabilirsiniz ki?
Ama baksanıza, başkanlık sisteminin konuşulmasını istemek bile ‘Türkiye’nin bölünmesini istemek’ olarak yaftalandı hemen. Değil ki, merkezi yönetimin idari vesayetinin anayasadan çıkmasını isteyeceksiniz, o zaman doğrudan hapse atılma tehlikesi var demek.
Oysa bu konuları tartışmak, hiç değilse konuşabiliyor olmak gerekir.
Anayasada ‘laik’ kelimesi hiç geçmese ne olur?
MECLİS Anayasa Uzlaşma Komisyonu, Anayasanın yazımına ‘Temel Hak ve Özgürlükler’den başlama kararı aldı. Gazetelere yansıdığına göre CHP’li üyeler ilk toplantıda ‘Laikliğin tanımının yapılmasını’ istemişler.
Herkes ezbere biliyor, bizim Anayasamızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden biri ‘laiklik’ ilkesini de içerir.
Peki nedir laiklik? Sizin benim tanımlarımızın çok önemi yok. Bugüne kadar Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay çok defa laikliği tanımladı, bu tanımlardan bazıları birbirinden biraz da olsa farklı.
Biz anayasamıza bir tarif koymak yerine bir kavram koymayı uygun görmüşüz. Kavram da, farklı devirlerde farklı kişiler tarafından farklı tanımlanınca kavgalarımız olmuş.
Peki acaba yeni anayasamızda bu kavramı kullanmak yerine, doğrudan Amerikan Anayasasındaki gibi ‘Meclis din kurallarına dayalı yasa çıkaramaz, yeni din anlamına gelecek bir yasa yapamaz, hükümet din kurallarına dayanarak yönetemez’ gibisinden kapsayıcı ve tartışmaları bitirici bir cümleyi kullanamaz mıyız?
‘Laik’ kelimesinin hiç geçmediği ama laikliğin adam gibi tanımlanarak yer aldığı bir Anayasa gelecekteki tartışmaları da azaltmaz mı?
Paylaş