Paylaş
“Eskiden fotoğrafları karta basar saklardık, şimdi bilgisayarlarımızda, telefonlarımızda tutuyoruz, Facebook’a ve başka paylaşım sitelerine koyuyoruz. Eskiden birbirlerinden ayrılan çiftlerden kadın olanlar, fotoğrafları orta yerinden yırtar, eski sevgilinin olduğu bölümü parçalayıp atarlardı. Albümleri böyle yırtık fotoğraflarla dolu o kadar çok arkadaşım var ki” diye anlatıyor.
Evet, böyle fotoğrafları gördüğümü hatırlıyorum. Eski sevgiliyi hayatından çıkarmanın bir yolu da buydu herhalde. Ama şimdi de fotoşop olanaklarıyla fotoğrafları adeta yeniden yaratmak da mümkün, bilgisayarlarda kadrajlayıp yenilemek olanağı da var.
Aslına bakarsanız iletişim teknolojileri ne kadar gelişirse gelişsin, meselenin özü değişmiyor, çünkü insan denen canlının evrimleşmesi aynı hızda mümkün olamıyor. Facebook’ta profillerine hâlâ genç kızlık fotoğraflarını kullanan kadınlar, saçları dökülmemiş gençlik fotoğraflarını koyan erkekler var. “Arkadaşlık sitelerindeki” yalanların geçmişi bile yüzlerce yıl geriye gidebiliyor.
18. yüzyıl ile birlikte ortaya çıkan “yeniliklerden” biri de gazetelere verilen “eş aranıyor” ilanları imiş.
Jean Claude Bologne, “Gönül Çelmenin Tarihi” isimli kitabında bu yeni durumu ortaya çıkartan şeyin yoğun kentleşme olduğunu yazıyor. Kentleşme ile birlikte gazetelerin ortaya çıkışı ve bir adres vermeye olanak sağlayan kafelerin yaygınlaşması bunu doğurmuş.
Böylece hem daha geniş bir alanda “avlanma olanağı” ortaya çıkmış hem de mektupların meselâ bir kafe adresine gönderilebiliyor olması gizliliğin korunabilmesine olanak sağlamış.
Kitapta 1882 yılının Ağustos ayında gazeteye verilen bir ilan var. İlanı bir kadın vermiş, şöyle diyor: “Dul, çocuksuz, Katolik, seçkin, 56 yaşında, çok bakımlı, 60 bin Frank serveti olan güzel kadın, evlenmek için çocuklu ya da çocuksuz, aynı yaşlarda yıllık 1800 Frank emeklilik maaşına sahip ya da zengin bir emekli bey ile evlenmek istiyor.”
Yazar eski gazetelerde araştırmasını sürdürürken aynı kadının başka ilanlarını da “yakalıyor”.
Aynı kadın bu ilanından bir ay önce verdiği bir başka ilanda “58 yaşında” olduğunu belirtmiş örneğin. Demek ki o bir ayda talip çıkmayınca kendisini iki yaş küçültmeye karar vermiş. Aynı kadının üç yıl sonra verdiği ilanda ise “Katoliklikten” hiç söz edilmiyor, “müzik sevgisi” öne çıkarılmış.
Bizim gazetelerimizde artık böyle köşeler kalmadı ama benzer ilanları mesela New York’taki Village Voice’da hâlâ görebilmek mümkün.
Şimdi internetteki arkadaşlık sitelerinde de benzer yalanlar döndüğüne eminim. “Yalan” galiba birisini “kafesleme” sürecinin en temel ve ayrılmaz parçası olma özelliğini hâlâ koruyor.
“Ruh ikizi” kavramı da 18. yüzyılın değişen kadın–erkek ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkmış. İlk kez o yıllarda kullanılmış, çünkü kadın ile erkeğin birlikteliğinin “kutsallaştırılması” bir ahlak gerekliliği olarak ortaya konulmuş.
Meleklerin ve ruhların bir cinsiyeti olmadığı için aslında ölümden sonra ortaya çıkabilecek bir ilişkiyi bu dünyada yaşamanın vereceği mutluluğun altı çizilmeye çalışılıyor bu kavram ile.
Çağımızda karşı cinse yaklaşma konusundaki ritüeller eskisi gibi değil artık kuşkusuz ki. Ama insanın temel özellikleri kolayca değişmiyor, reddedilme korkusu diye tanımlayabileceğimiz korku, insanın kendisini olduğundan daha farklı birisiymiş gibi göstermesine yol açabiliyor.
“İşe yaramaz ki” demeyin. Evet, sonunda yalanlar belki ortaya çıkıyor ama unutmayın ki bir erkeğin ya da bir kadının ilgisini çekmeyi başaramazsanız, onunla ilişkinizi derinleştirmeniz hiç mümkün olmayacaktır. İlgiyi bir kere çekmeyi başardıktan sonra her şeyi işin akışına bırakmak da bir yol çünkü.
Aşk, klişelere sığmaz
KÖŞEMDEKİ diğer yazıda “ruh ikizi” kavramından söz ederken fark ettim ki bu tür yaygın tanımlamalar içimi daraltıyor. “İkiz gibi benzediği” birisiyle hayatını geçirme olasılığı, “ruh ikizi” kavramının kullanılış yaygınlığına bakılırsa çok kimseyi rahatsız etmiyor olmalı.
Doğrusunu isterseniz benim ise tüylerimi diken diken ediyor!
Ruhumun tıpatıp benzerinin kadın versiyonu ile bir hayat geçiremezdim gibi geliyor bana. Ben “zıtların birliğine” inanırım, bir ilişkiyi derinleştiren şey odur ve aşk ilişkisi dediğimiz şey de insanın “ruh ikizini” bulması değil, bir başka ruhun içinde eriyip, yok olma isteğidir. O değişim sürecinin gelgitleri bize heyecan verir, insanın kalbi bir hoş çarpar, bir isim duyunca bile yüzüne tebessüm gelir.
Aslına bakarsanız erkekler, kadınlara göre zaten ruhsal açıdan daha sığ varlıklardır ve bizi bir kurbağadan bir prense çeviren şey de hayal gücü yüksek bir kadının sevgisinden başka bir şey değildir.
İçimi daraltan bir başka kavram ise “içimdeki çocuk” üzerinden türetilendir. “İçindeki çocuğu serbest bırak” ya da “içimdeki çocuk diyor ki” gibi kalıplarla başlayan cümleler, bende tebeşirin tahtaya ters sürtüldüğünde hissettiğime benzer duygular yaratır, kulağımı tıkamak isterim.
Birisi bana “içindeki çocuğu serbest bırak” dese yanıtım şöyle olabilir mesela: “Bırakamam, daha sütünü içmedi!”
Elimde şu anda tam da bu kavram üzerinden yazılmış bir roman var. Alexandre Jardin’in “Küçük Vahşi” isimli romanını Nil Çayan çevirmiş, Yapı Kredi Yayınları yayımlamış.
Yetişkin bir erkek, bir zamanlar hayata neşe içinde bakan çocuktan eser kalmadığını fark ediyor ve olaylar böylece gelişiyor. Romandaki öyküyü anlatıp, tadınızı kaçırmayacağım, çünkü okursanız hoşunuza gidecektir. Sadece şunu yazabilirim, o da Antigone’dan bir alıntı ve zaten kitabın ilk sayfasında yer alıyor. Romanın bir özeti de diyebiliriz ve sanırım bu bana da uyuyor!
“Ben her şeyi hemen istiyorum – hem de eksiksiz – ya da reddediyorum. Ben alçakgönüllü olmak istemiyorum, uslu durduğumda ufak bir parça verilmesiyle de yetinmek istemiyorum. Bugün her şeyden emin olmak ve bunun çocukluğumdaki kadar güzel olmasını istiyorum – ya da ölmek!”
NOT: On gün sürecek “Atlantik ötesi” bir yolculuğa çıkacağım için önümüzdeki hafta bazı günlerde yazımı yazacak zaman bulamayabilirim. Okuyucularımın bilgisine sunarım.
Paylaş