Paylaş
Konu, kamuoyunda “andıç” olarak bilinen, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand gibi gazetecileri ve Akın Birdal’ı itibarsızlaştırmaya yönelik olarak “Şemdin Sakık’ın ifadesidir” diye basına sızdırılan haber ile ilgili.
Ben o tarihte Radikal’in Genel Yayın Yönetmeni idim ve gazetelere servis edilen, başı sonu belirsiz bu haberi yayımlamadım. Yayımlamadım, çünkü doğruluğunu ne Ankara Büromuz ne de İstanbul Haber Merkezimiz teyit edebilmişti.
“Andıç” ile ilgili haber gazetelerde yayımlandıktan bir süre sonra İstanbul’daki özel muhabirimiz Ersin Kalkan, Diyarbakır’daki bir kaynağı aracılığıyla Şemdin Sakık’ın savcılıktaki orijinal ifadesine ulaştı. Orijinal ifadede, “andıç” ile ifadeye eklenen bölümün olmadığı açıkça görülüyordu.
Bu haber, Radikal’in manşetinden yayımlandı. PKK’dan para almakla suçlanan gazeteciler için Sakık’ın böyle bir şey söylemediği hatta tam tersini söylediği görülüyordu.
Şimdi iddia şu: Bu haberin yayımlandığı gün “o günün önemli generali” (ki bu sanırım Çevik Bir oluyor) Milliyet binasına “patronun özel kapısından” gizlice girmiş ve ben korkumdan haberin devamı niteliğindeki manşetin olduğu hazırlanmış gazete sayfasını yırtıp atmışım!
Başından sonuna yalan olduğunu söylemek zorundayım.
Bir defa Milliyet’te “patronun gizli kapısı” yoktur, binaya iki yerden girilebilir, birisi ön kapı, öteki garaj kapısı. İkisinde de görünmeden binaya girmek mümkün değildir.
İkincisi Çevik Bir ile ne 28 Şubat döneminde ne de daha sonra görüştüm. Bir ya da iki kez Genelkurmay’daki milli bayram kutlamalarında ayaküstü konuşmuş olabilirim, hepsi o kadar. Bir kez daveti üzerine Erol Özkasnak’a gittim ve bana Radikal’in haberlerinden, köşe yazılarından yakındı. Elinde koca bir dosya vardı, haber ve yorumlardaki bazı cümlelerin altları kırmızı kalem ile çizilmişti. Kendisine Radikal’in bağımsız bir gazete olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. İsmet Berkan da tanıktır. Daha sonra böyle bir davet de almadım, kendim de görüşmeye zaten hevesli olmadığım için o dönemin askerleriyle görüşmedim. İki-üç kez de emekli Albay Hüsnü Dağ ile telefonda konuşmuşumdur, o konuşmalarda bana “komutanın” yayınlarımız ile ilgili yakınmaları iletilmiştir.
Benim hazırlanmış bir sayfayı yırtmış olmam da bir hayalin ürünü olmalı. Yayın yönetmeni olduğum gazetelerin yazıişleri ekiplerindeki arkadaşlar bilirler ki hep “işin başında” oldum. Sabah, öğlen ve akşam olmak üzere günde üç kez haber toplantısı yaptım, yazıişlerinde gazetenin sayfaları yapılırken hep oradaydım. Birinci sayfa yapılırken en küçük haberin başlığı ile bile ilgilendim. Yani yapılmış bir gazete sayfasını sonradan görüp yırtmam söz konusu olamazdı, zaten o sayfanın başında olurdum, yırtacağım sayfayı en başta yaptırmazdım.
Kaldı ki Ersin Kalkan da Şemdin Sakık ile ilgili haberi nedeniyle verdiği değişik söyleşilerde böyle bir durumdan bugüne kadar hiç söz etmedi.
Mesela Nursel Tozkoporan’ın, Ersin Kalkan ile yaptığı ve internette yayımlanan söyleşisinde böyle bir şeyden hiç söz edilmiyor.
İsmet Berkan, 2006 yılının mayıs ayında Andıç olayı ve Radikal’in orijinal ifadeyi yayımlamasından sonra yaşananları tekrar yazmış, o yazıdan sonra da böyle bir durum yaşandığına ilişkin açıklama vs. yok.
28 Şubat döneminin en önemli komplolarından birini ortaya çıkaran ve bunu o sıcak günlerde yapma cesaretini gösteren bir gazetenin genel yayın yönetmeniydim. Askerlerden korkuyor olsaydım o haberi de yayımlamazdım, nasıl sonuçlar doğuracağını görmemem mümkün değildi çünkü.
Üstelik o günlerde bir yandan da Susurluk çetesi ile uğraşıyorduk, ki bizleri sevmeyenlerin ve hakkımızda kötülükler planlayanların sayısı hiç de az değildi, 28 Şubatçı generallerden daha çok onlardan korkmamız için haklı nedenlerimiz de vardı. Ama onlardan da korkmadım.
Meslek hayatımda gurur duyduğum konulardan biridir.
Bu işin “korkuyla” yapılamayacağına inanırım. Bugünün muktedirlerinden de korkmadığım için düşüncelerimi açıkça yazıyorum.
28 Şubat döneminde Radikal gazetesinin nasıl yayın yaptığı, askerlerden korkup korkmadığı basit bir arşiv taramasıyla bile anlaşılabilir. Benim yazdığım yazılar da aynı arşivde duruyor. Sadece Radikal’de değil, 2000 yılından sonra Milliyet’te, 2005 yılından sonra da Hürriyet’te askerin rejim üzerindeki gölgesinin varlığına karşı çıktım, aksine yazılmış bir tek yazımı bulabilenin alnını karışlarım.
28 Şubat ile hesaplaşma döneminde, “yeni bir tür 28 Şubat andıççılığı” ile karşı karşıyayız.
Doğrular yalanlara karışmış, tarihler ve yaşananlar birbirini tutmuyor, bir tür cadı avı kendi karakterine uygun olarak sürüyor.
Biliyorum ki bu açıklamayı yazmış olmam hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Kendisine “Müslüman süsü vermiş” tacirler, “dönemin ruhunun gereği olarak” bu yalan üzerinde tepinmeye devam edecekler.
Şunu söyleyeyim ki hiçbiri umurumda değil. Beşer şaşar, ama arşiv unutmaz!
Koltuk mu sıcak geldi korku mu hâkim oldu?
28 Şubat süreci yargının takibine girdiğinden bu yana gazetelerde dönemin değişik kahramanlarının söyleşilerini okuyoruz.
Tek tek isimler önemli değil, aşağı yukarı söylenenler şöyle: “Rahmetli Necmettin Erbakan Hoca’ya askerleri emekli edelim dedim.” “Hoca’ya bu kararlara karşı direnelim dedim.” “Güçlü bir tepki koyalım, olmuyorsa istifa edelim dedim.” “Bu kararları TBMM’de görüşmeye açalım dedim.”
Hoca da her defasında aynı yanıtı vermiş: “Durumu idare edelim.” “Bir annenin çocuğuna yaklaştığı gibi yaklaşalım.” “Memleketi germeyelim.” “Askerle halkımızı karşı karşıya getirmeyelim.”
Hoca’dan bu yanıtları alanlar da koltuklarında oturup, olup biteni seyretmeye devam etmişler.
Şimdi hepsi ortaya çıkmış, “Öyle dedim, böyle dedim” diye esip savuruyor.
Şunu merak ediyorum: Madem o günlerde böyle düşünüyordunuz, neden oturduğunuz yerde oturmaya devam ettiniz? Neden askerlerin göz göre göre hükümeti istifaya zorlamasına sesiniz çıkmadı? Neden “Madem öyle, kusura bakma Hocam, seni sever sayarım ama ben bu işte artık yokum” demediniz?
Neden? Koltuk mu sıcak geldi, bırakamadınız, yoksa o günlerin atmosferinde ortaya atılmaya mı korktunuz?
Paylaş