Paylaş
Son günlerde ilgimi çeken bir televizyon reklamı var.
Diyorlar ki...
“Hayattan sanatı alın geriye ne kalır ki...”
Tabii Bahar, kendi yaşadığı ruh halini ve bir olayı dikkate alarak yazmış.
Ben ise o cümledeyim.
“Hayattan sanatı alın geriye ne kalır ki...”
İnanın...
Her gün müzik dinlemezsem, vücut kimyam bozuluyor.
Her gün yeni bir ses keşfetmezsem, kendimi eksik hissediyorum.
Her gün sayfalar arasında kaybolmazsam, sanki bir daha hayal kuramazmışım gibi düşünüyorum.
Her gün bir film izlemesem, hayatın kurgularında bocalayacakmışım gibi bir ruh haline giriyorum.
Ben de öyle düşünüyorum.
“Benim hayatımdan sanatı alın geriye ne kalır ki...”
Hangisi iyi, hangisi kötü
Gündem yıkılıyor. Bir yanda Suriye, bir yanda 28 Şubat gözaltıları... Bakıyorum en fazla takip edilen haberlere, vatandaş başka yerde... Halkın gündemi çok farklı yerde... İyi mi, kötü mü... Bilemiyorum... İyi, çünkü... Siyaset hem sıkıcı, hem de bütün dünyada halkın beklentilerinin çok uzağında bir yerlerde yapılıyor. Halkın kendi gündemiyle uğraşması; hayatı hem daha renkli hale getiriyor, hem de geçmişten daha çok geleceğin daha önemli olduğunu hatırlatıyor.
Kötü, çünkü... Toplum siyasetten uzaklaştıkça, giderek daha duyarsızlaşıyor, daha içine kapanıyor, daha tepkisizleşiyor. Elbette bunun nedenleri var. Çekiniyor, korkuyor, tepki çekmek istemiyor, yüksek sesle konuşmayı doğru bulmuyor.
Hangisi iyi, hangisi kötü... Bilemiyorum.
Şeytanın avukatlığını yapmak başka “istemezükçü” olmak başka
“İstemezükçü takıntısı” dedin ya köşende...
Ben de dayanamadım, bir, iki satır yazayım dedim.
Sevgili Reşat Kutucular, “Muhtelif projelere yaptıkları itirazlarla bu kentin gelişmesine engel oluyormuş meslek odaları, sivil toplum örgütleri, bireysel aktivistler... Kamu çıkarını gözeten var, gözardı eden var. Ortak akıl peşinde koşan var, en çok kendi aklını seven var. Bilimsel bakışı önemseyen var, önemsemeyen var. Gelişirken ille bir şeylerden fedakarlık yapmak durumunda mıyız? Şükür ki, egemen kültürü sorgulama refleksi hala canlı. Ancak egemen kültür sorgulanmak istemiyor. Mutlak doğru olarak kabul görmek istiyor. Sorgulayana kızıyor” diyorsun...
Gel, şurada anlaşalım.
“Şeytanın avukatlığını yapmak” başka “istemezükçü” olmak başka...
Ben hayatım boyunca “şeytanın avukatlığını yapanlara” hep daha fazla dikkat etmeye çalıştım.
Ne diyor, nasıl bakıyor, hangi açıdan olaylara yaklaşıyor?
Bu benim için önemli...
Çünkü...
Herkes bir yere odaklanmışken, üçüncü bir göz ya da resmi bütünü gören biri çok önemli bir şey söyleyebilir.
Biliyorum, sen de şeytanın avukatlığını yapıyorsun.
Daha doğrusu “madalyonun bir de bu yüzü var” diyorsun.
Benim gibi...
Ben de öyle bakıyorum.
Bazen şeytanın avukatlığını yapıyorum, bazen madalyonun diğer yüzünü göstermeye çalışıyorum.
Ama çok açık söyleyeyim.
Bunlar farklı bir yere işaret ediyor, istemezükçüler farklı bir yeri...
İçlerinde bazı olayları kan davasına dönüştüren, “benim iznim olmadan, benim onayım olmadan, hiçbir şey olmaz” diyenler de var.
O yüzden samimiyet testinden bir türlü geçemediler.
Sevgili Reşat...
Biz şeytanın avukatlığını yapalım, herkes bir yerlere giderken, “Durun, bakın... Atladığınız, gözden kaçırdığınız ayrıntılar da var” diyelim...
Sonrasında yeni fikirler de önerelim, yeni projeler de sunalım.
Ama “istemezükçü” olmayalım.
Çünkü, nasıl bir algı yarattıklarını, inan onlar bile kestiremiyor.
Bağların arasında konser izlemek
Bugünlerde yine Sting dinliyorum, yine Andrea Bocelli... İkisini de dinlemek, benim ruhuma iyi geliyor. Sting’i Türkiye’de üç kez izledim, ikisi İzmir’deydi, diğeri İstanbul’da... Andrea Bocelli’yi ise iki kez... Ankara’da ve Floransa’da... Toscana’nın o büyülü atmosferinde... Ben nedense o büyük stat konserlerini sevmiyorum, sahnedeki sanatçı kadar mekanlar da beni çok etkiliyor.
Sting’in Efes Antik’teki o konserini unutmak mümkün mü?
Bir yanda Sting’e eşlik eden o müthiş halk korusu, bir yanda yüz yıllar boyunca tarihe tanıklık etmiş bir tiyatro...
Oradayken, gözlerimi kapatıp hep aynı şeyi düşünürüm.
Kim bilir, burada kimler konser verdi, kimler sahne aldı, kimler o özel gecelere tanıklık etti?
Kim bilir, kaç kişi o büyülü ortamda birbirine aşık oldu, sevdiğinin elini tuttu, yanağına bir öpücük dokundurdu?
Andrea Bocelli’yi da Floransa’da bir açık hava konserinde izlemiştim. Yazın ortasında, bağların tam ortasında... Güneş batımına yakın...
Sahnede Andrea Bocelli ve müthiş korosuyla...
Romantik ancak melankolik “Sentimento”sunu dinlerken, bu sefer içimden şunlar geçmişti.
Ha Toscana, ha Urla...
Ya da Foça, ya da Seferihisar, ya da Alaçatı, ya da Bodrum, ya da Didim, ya da Marmaris, ya da Asos...
Ege’nin her yeri ayrı bir Toscana...
Açık hava konserlerini biz de yapmalıyız.
Sting, Andrea Bocelli...
Diğerleri...
Ve elbette çok değerli Türk sanatçıları...
Bağların içinde, gün batımında, Ege’nin artık ünlenen o şaraplarıyla birlikte konserlere ev sahipliği yapmalı.
Paylaş