Dior nasıl reddedilir

NASIL ki her gazetecinin içinde bir yerlerde gizli bir Hürriyet’te çalışma duygusu varsa, her modacının gönlünde de Dior vardır.

Modanın Kâbe’si orasıdır...
Galliano, kötü bir olaydan sonra Dior’dan ayrılınca, o görev Marc Jacobs’a teklif edildi.
Marc Jacobs, Alexander McQueen ve Galliano’dan sonra en iyi takip ettiğim tasarımcı.
Bu ekibe her zaman Rıfat Özbek’i de eklerim.
Jacobs, geçtiğimiz yıllarda Louis Vuitton’a yaptığı olağanüstü koleksiyonlarla bizi Mad Men dizisinin harikulade 60’lar estetiğine götürdü.
Kadının 60’lı yıllarda sokağa çıkardığı cazibesini ona yine verdi.
Dior’u reddetmek...
Aptallık diyebilirsiniz.
Delilik, manyaklık...
Ama o reddetti ve karar günlerini ilk defa önceki hafta Paris Match  dergisine anlattı.
* * *
“Kendimle iftihar ettim” diyor...
Kim etmez ki...
Dior bu...
Galliano gibi, modanın Dali’sinin oturduğu koltuğa oturacaksın...
“Çok uzun süre düşündüm, ama bir türlü işin içinden çıkamadım” diye devam ediyor.
Sonra gidip günlerce psikiyatrıyla konuşmuş.
Sonunda bir gün psikiyatrı sormuş:
“Ne yapmak istiyorsun?”
Şu cevabı vermiş:
“Bugün yaptığım işi...”
Yani, “İçimden gelen sesi, içgüdümü dinledim.”
Hayattaki en kritik kararlar bazen, hatta çoğu kez böyle alınır.
“İçinizden gelen sesi” dinler ve yürür gidersiniz.
Bu kadar basittir yani.
* * *
Yaratıcılığın, fark yaratmanın sırrı da çoğu kez bunda saklıdır.
Herkesin komplike, karmaşık, dâhiyane şeyler beklediği bir anda, çok basit bir hareket yaparsınız.
Marc Jacobs, Louis Vuitton’un tasarımcılığına getirildiğinde, önünde muazzam bir duvar vardı.
“L” ve “V” harflerinden oluşan bir marka...
Şirketin bütün ürünlerinin elindeki en kıymetli değer buydu.
“Coca Cola”nın ismi gibi...
Bütün çantalar, “monogram” denilen bu işaretin, ürünün her yerinde ve defalarca görülmesi sayesinde satıyordu.
O geldi ve çok basit bir şey yaptı...
L ve V harflerini, çantanın içine, yani görünmeyen yanına koydu.
Üstüne ise, o güne kadar çok az kişinin tanıdığı bir Japon sanatçısının, Takashi Murakami’nin desenlerini koydu.
Aslında bunu sadece defile için hazırlamıştı.
Ama öyle tuttu ki, Louis Vuitton’un temel ürünleri arasına girdi.
Marc Jacobs daha ilk günden damgasını vurmuştu.
Hem de Louis Vuitton gibi iki harften oluşan muazzam bir markaya kafa tutarak.
Onu kendi evinde ikna ederek.
* * *
Büyük markalar, altlarındaki markalardan korkarlar.
Kıskançtırlar.
Oysa en büyük marka olmak, alttaki yaratıcı insanların başarılarından korkmaz. Onunla büyürler.
Dior, Galliano’dan korkmadı.
Louis Vuitton da Marc Jacobs’un hak edilmiş şımarıklığından korkmadı.
Çünkü, Louis Vuitton markasını, sadece Uzak Doğulu turistin fetişi olmaktan çıkarıp, modern ve marjinal kadının da seveceği başka bir pazara yaymanın sırrı buradaydı.
Manhattan kadını Marc Jacobs’a hayrandı.
Onun Louis Vuitton için tasarladığı mis gibi Brigitte Bardot kokan, kalın askılı, çiçekli dünyasını da sevdi.
Çünkü onda, kaybolmuş bir duyguyu yeniden keşfetti.
Romantizmin şehvetle büyük randevusunu...
* * *
Sanatın her şeyhi, aynı zamanda bir mürittir.
Marc Jacobs, çanta fikrini nasıl bulduğunu şöyle anlatıyor:
“Bir akşam Charlotte Gainsbo-urg’un evine gitmiştim. Orada eski bir bavul gördüm. Babası kendi valizini siyaha boyamıştı. İşte orada kendi kendime ‘Neden olmasın’ dedim...”
O bavulu siyah renge boyayan adam kimdi?
Serge Gainsbourg...
Yani yerleşik olan hiçbir şeyi iplemeyen, elinin tersiyle iten, kendi tarzıyla, çirkinliği cazibeye dönüştüren büyük simyacı...
Diyorum ya, farklılık bazen çok basittir...
Kendiniz olursunuz, olur biter...
Yazarın Tüm Yazıları