15 binden fazla teröristimiz nasıl terörist oldu sanıyorsunuz

BİRKAÇ ay önce istatistiklere yansıdı, 11 Eylül 2001’den bu yana dünya çapında süren ‘terörist avı’nın sonuçları açıklandı.

Haberin Devamı

Buna göre bütün dünyada 35 binden biraz fazla insan ‘terörist’ oldukları için hapse atılmış, bu 35 binin 15 bini Türkiye’den.
Yani cennet vatanımız, dünya teröristlerinin neredeyse yarıya yakınına evsahipliği yapıyor. Veya başka türlü söyleyeyim: Türkiye aslında bir terörist cenneti de bizim haberimiz yok.
Şakası bile yapılamayacak kadar ciddi bir konu bu.
Türkiye’de neden bu kadar çok ‘terörist’ olduğunu nedense adam gibi tartışmıyoruz.
‘Acaba insanların teröre başvurmasını gerektiren bazı durumlar mı var ve bu durumları düzeltsek terör azalabilir mi?’
Kendi kendimize sormamız gereken sorulardan biri bu. Kürt meselesinde bir ara sorar gibi olduk bu soruyu ama sonra yeniden sertleşme başladı, sormaktan çekinir olduk.
İkinci bir soru daha var, kendi kendimize sormamız gereken:
‘Yoksa bizim yasalarımızdaki terör tanımı başka ülkelerin terör tanımından daha geniş olduğu için mi bizde bu kadar çok terörist var?’
Benim bu soruya cevabım çok açık: Evet, bizim yasalarımızda terör ve terörist tanımı çok daha geniş kapsamlı olduğu için bu kadar çok teröristimiz var.

* * *

Haberin Devamı

Dün de yazmaya çalıştım. Biziz Terörle Mücadele Yasamız mükemmel olmaktan çok uzak. Vakti zamanında Turgut Özal tarafından, ‘Bakın ifade özgürlüğünü engelleyen 141, 142, 163. madde gibi ceza kanunu maddelerini kaldırıyoruz’ propagandasıyla çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu, esasen geçmişte 141 ve 142 hangi işlevi gördüyse onun beterini yaptı. Sadece din propagandasını cezalandıran 163 açısından bir rahatlama oldu ama savcılarımız o ‘boşluğu’ da yakın zamana kadar eski TCK’nın 312. maddesiyle dolduruyordu zaten.
Terörle Mücadele Kanunu’nun bazı maddeleri doğrudan, bazıları ise dolaylı olarak ifade özgürlüğünü kısıtlıyor, hatta bu özgürlüğü kullanmayı ‘terör suçu’ haline getiriyor. İşte Ahmet Şık ve Nedim Şener başta OdaTV sanıklarının başına gelen bu.
KCK davasında bir gösteriye katılan, o gösteride başrolde gibi gözüküp slogan atan/attıran, bir sokak gösterisini örgütleyen insanlar var yargılanan. Aynı davada gazete veya ajansta haber yazanlar var, yazdıkları nedeniyle ‘terörist’ suçlamasıyla yargılanan.
Başka davalarda ‘parasız eğitim’ isteyenler, Başbakan aleyhine slogan atanlar, başbakana veya bakanlara yumurta fırlatanlar, cebinde on yumurtayla yakalananlar var, ‘terörist’ suçlamasıyla yargılanan.
Onlardan bir kısmının belki de suçlanıp yargılanması gerekir ama ‘terörist’ olarak değil.

* * *

Haberin Devamı

Sorun, terörle mücadele yasasının (ve bazı TCK maddelerinin) ‘terör örgütüne üyelik’, ‘terör örgütüne yardım yataklık’ ve ‘terör örgütü amaçları doğrultusunda propaganda yapma’ ile ilgili düzenlemelerinden kaynaklanıyor.
Açıkça yazıyorum:
1. Terör örgütüne üyelik diye bir suç olmamalı.
2. Terör örgütünün amaçları doğrultusunda propaganda diye bir suç olmamalı.
İnsanlar örgüt üyeliğinden değil, katıldıkları şiddet eylemlerinden yargılanmalı.
Örgüt propagandası bile yapılsa, eğer şiddet çağrısı veya çiddet doğması için ‘yakın ve açık tehlike’ oluşmuyorsa, propaganda cezalandırılmamalı. Şiddet çağrısı içeren görüşleri yargılamamız için bir ceza yasası maddemiz zaten var.
Bunları yapmadığımız sürece, ‘dünyanın terörist cenneti’ ve ‘ifade özgürlüğü cehennemi’ olmaya devam ederiz.

Haberin Devamı

Meğer sorunumuz imajımızmış...

TÜRKİYE, demokratikleşmeyi kendisi ve halkı için mi yaptı, yoksa Avrupa Birliği’nin bazı kriterlerini yerine getirip AB ile tam üyelik müzakerelerini başlatabilmek için mi?
AB ile müzakerelerin başladığı 2004’ten bu yana ifade özgürlüğünü genişletici, demokrasiyi daha da kurumsallaştırıcı, insan haklarını garanti altına alıcı pek de fazla reform yapılmadığına, hatta polis yasası gibi bazı yasalardaki değişikliklerle geri adımlar atıldığına bakacak olursak, ‘Halkımız için değil AB’ye göz boyamak için yaptık’ diyebiliriz belki.
Oysa o reformların büyük bir hızla yapıldığı dönemde gerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve gerekse bugünün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘Hayır’ diyorlardı, ‘Bu reformları biz halkımız birinci sınıf demokrasiyi ve insan haklarını hak ettiği, bunu talep ettiği için yapıyoruz, AB için değil.’
Hatta Başbakan daha da ileri gidiyor, ‘Eğer AB bizle müzakere başlamazsa bile bir Kopenhag Kriterleri’nin adını Ankara Kriterleri yapar yolumuza devam ederiz’ diyordu.
Ama bakın bugün gelinen noktada Türkiye’nin ifade özgürlüklerine getirdiği kısıtlamalar AB tarafından da yüksek sesle eleştirilir, bir zamanlar reformları öven Batı basınında her gün Türkiye’de basın özgürlüğüyle ilgili bir eleştiri yayınlanırken, Başbakan ve bakanları bu kez hapistekilerin gazeteci olmadığını anlatmanın derdinde.
Hafta içinde Ahmet Şık ve Nedim Şener tahliye olunca hükümetin, üzerindeki dış baskının biraz olsun hafifleyeceği ümidiyle rahatladığı yapılan açıklamalardan anlaşılıyor.
Burada benim dikkatimi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sözleri çekti. Cumhurbaşkanı, bu son tahliyelerle Türkiye’nin yurt dışındaki imajının biraz olsun düzeleceğini umduğunu söyledi, ‘Tutukluluk hali imajımızı bozuyordu’ dedi.
Evet bir ‘imaj bozma’ sorunu olduğuna kuşku yok ama bu sorun ikincil bir sorun değil mi?
Öncelikle insanlar başka yerlerde bırakın suç olmayı soruşturulması dahi akla gelmeyen sebeplerle haksız yere hapis yatıyorlarsa imaj sorunu biraz geri planda kalır.
Batının ne düşündüğünü umursamazdan önce kendi halkının ne düşündüğünü, halkının bu uygulamadan memnun olup olmadığını umursamak gerekmez mi?
Hadi baştaki soruyu biraz değiştireyim: Ahmet ile Nedim zaten haksız yere hapiste tutuldukları için mi tahliye edildi, Türkiye’nin Batıdaki imajı düzelsin diye mi?

Haberin Devamı

Ergin Saygun’un sağlığı

EMEKLİ orgeneral Ergin Saygun daha önce by-pass ameliyatı geçirmiş, kalbinin damarları değiştirilmiş biri. Kalbin pompa gücü yüzde 30. ‘Kronik atriyal fibrilasyonlu’ bir kroner arter hastası. Aynı zamanda üst düzeyde bir hipertansiyon hastalığı var. Bunlar yetmezmiş gibi bir de diyaset ve diyabetik nöropati hastası.
Bu saydığım hastalıkların her biri, tek tek birer yaşam riski içerir. Hele bunların bir araya gelmesi iyice büyük bir risk demektir.
Zaten bu yüzden Saygun uzunca bir zamandır hakkında mahkemenin verdiği yakalama kararına rağmen hastanede yatıyordu. Ama Adli Tıp’ın ‘Eğer diyetini, tedavisini ve poliklinik kontrollerini yaptırabilirseniz hastanede kalmadan cezaevinde yatabilir’ şeklindeki raporu üzerine tutuklandı.
Cezaevinde bütün bunlar yapılacak, öyle mi? Bu denli hasta biri ‘delilleri değiştirip, kaçabilir’ diyeceğiz, öyle mi?
Bu tutuklama abartısı sona ermeli.

Yazarın Tüm Yazıları