Paylaş
Bir yönüyle, Kırıkkale Keskin’de geçen “bir kamu polisiyesi”...
Hayranlıkla, sonsuz bir sinema keyfi alarak izledim.
Etkilisi/yetkilisi, savcısı, doktoru, komiseri, komutanı, memuru, saymanı, yani görünen “kamu”su erkeklerden ibaret bir kasabada, hayatı, hatta bazen hayallerinin menzili de dört duvar insanların hikayesi...
*
Filmde sadece iki sahnede kadınlar vardı.
Saatler süren cinayet yeri-tatbikatı sürecinde mola verip muhtarın evine giden iki sanık, savcı, doktor, komiser, jandarmalar, şoförler bir serapla, bozkır ortasında bir vahayla karşılaşıyordu.
Gaz lambasının büyülü ışığında çay dağıtan muhtarın melek gibi güzel kızı, tepside sıcacık çaylarla çıkıyordu ortaya.
Hemen tüm erkeklerde artık somut silüetlerini yitiren yeni bir hayat umudu, hayali de muhtarın kızıyla birlikte kıpırdanıyordu sanki.
Bazısının yüzüne ise “yeni hayat”ı sadece yatağın bir kaç metrekaresine indirgeyen o müstehcen sırıtış ekleniyordu.
*
Filmdeki kadınların güzelliği, Ceylan’ın ödül törenindeki “Benim yalnız ve güzel ülkem” cümlesi gibi sızıyordu insanın içine...
Güzellikleri, yalnızlığın, o koyu sessizliğin izdüşümü gibi yansıyordu perdeye.
Savcının intihar eden karısının da çok güzel olduğunu öğreniyorduk.
Filmdeki tek kadın sesi, morgda önce “Hı, hı..” gibilerinden bir onay mimiğiyle sadece başını sallayan, savcı ısrarla “Bu kocan mı?” diye yineleyince de ağzından usulca bir “Evet” dökülen kadındı.
*
Kadının, erkeğin, kasabanın hayatı sığ, dar, kuşatılmıştı.
Bulduğu her fırsatta sinemaya “seyirci” kalan, Hıncal Uluç’un kikirdeyerek eleştirdiği elma sahnesi bir güzel anlatıyordu bu durumu aslında da, anlamaya gönlü olana...
Dalından kopup, dereye doğru yuvarlanan -ve bir umut dereyle sürüklenir gider, kurtulur mu oradan- diye izlenen elma, bir süre sonra deredeki taşlara takılıp, kimi çoktan çürümüş diğer elmaların yanına yerleşiyordu.
Ve bence diyordu ki yönetmen:
“Dalından kopup yuvarlanan bir elmanın gidebileceği yer, en fazla kendinden önce düşen, çürüyen elmaların yanıdır...”
*
Doktorun masasındaki TUS hazırlık kitabını, çocukluğunu, deniz kıyısındaki şehirde geçen hayatını özlediğini görünce, sınavı kazanıp yeni hayatlara yelken açabileceğini düşünüyorduk da...
Kasabada yine bir bitik mesaiye başlarken, hastanenin aşçısına sorduğu soru bu konudaki umudumuzu sıfırlıyordu.
“Öğle yemeğinde ne var?”
“Yeşil fasulye doktor bey”
“Etli mi...”
Anlıyorduk ki, artık o doktorun hayatındaki heyecanlar, sürprizler, lezzetler, memurin merakına, yani yeşil fasulyenin etli olup olmamasına endekslenmiş.
*
Kadınlar gününüz, bir varmış, bir yokmuş ya da bir zamanlar diye başlayan tüm masallarınızın aydınlık, duvarsız, sınırsız olması dileğiyle, mutlu, kutlu olsun.
Paylaş