MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, 2010 yılının başlarında gizlice buluştukları PKK heyetine “Sayın Fidan Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı. Onun da ötesinde Başbakan’a en yakın kişilerden biri” diye tanıtıyor sonradan MİT’in başına geçecek olan Ankara heyetinin yeni üyesini.
Hakan Fidan, söze girerken aynı heyetle “yaklaşık bir ay önce İmralı’da Sayın Öcalan’la bir araya geldiklerini” belirtiyor ve “Müsteşar yardımcısıyım ama Sayın Başbakanımızın özel temsilcisiyim” diye konuşuyor. ERDOĞAN FOTOĞRAFIN NERESİNDE? Fidan’ın şu sözleri, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın PKK ile müzakere sürecinin arkasına koyduğu kuvvetli siyasi iradenin çok açık bir ifadesi olmalıdır: “Bu konuda arkadaşlarımızın uzun zamandır sizinle beraber devam ettirdikleri çalışmalar gerçekten her türlü takdirin ötesindedir. Olayın teknik görünen bir çalışmadan siyasi içerikli daha farklı bir boyuta taşınması ihtiyacı hasıl olunca Sayın Başbakanımız bu konuda beni görevlendirdi. Hükümetin çok ciddi niyeti var. Bu iyi niyeti Türkiye’deki reel şartların izin verdiği ölçüde hayata geçirmeye, realize etmeye çalışıyor. Bu noktada Sayın Başbakan beni görevlendirdi. Ben tekrar burada olmaktan dolayı memnuniyetimi ifade ediyorum. Ve teşekkür ediyorum.” Bu görüşmede hükümet adına masaya oturan iki bürokrat (Güneş ve Fidan) bugün özel yetkili savcıların ve polisin “hedefi” durumundadır. Oslo sürecinin en önemli mimarı olan dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner diğer “hedef”tir. Peki, bu bürokratlara PKK ile diyaloğa girmeleri için yetki veren Başbakan’ı bu fotoğrafın neresine koymalıyız? PKK İÇİNDEKİ MİT MUHBİRLERİ Karşımıza duran tablo, başka bir ülkede yaratıcı bir senaristin kurgusu olarak muhtemelen takdir duygularıyla o senaristin hayal gücünün zenginliğine ve yazma yeteneğine atfedilecek bir durum olarak yaşanabilir. Ama Türkiye’de gerçeğin kendisidir. Başbakan’ın kuvvetli desteğiyle KCK soruşturmasını yürüten İstanbul polisi, çalışmaları sırasında MİT’le ilgili de pek çok veriye ulaşmıştır. Birinci gruptaki verilerde, MİT’in Başbakan’ın talimatıyla PKK ve bizzat Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşmelere ilişkin kayıtlar var. Ancak soruşturmayı yürüten polis ve özel yetkili savcıların bu verileri suç kapsamında değerlendirdiği anlaşılıyor. Meselenin ikinci boyutu, polisin soruşturma sırasında MİT’in PKK ve KCK içindeki haber elemanlarına da ulaşmış, hatta bazılarını tutuklamış olmasıdır. MİT’e, bazı hazırlıklardan haberdar olduğu halde ilgili kurumları bilgilendirmeyerek PKK eylemlerine göz yumduğu, hatta bazı durumlarda MİT muhbirlerinin doğrudan bu eylemlere katıldığı, planladığı suçlamaları da yöneltiliyor. Buradan hareketle, polis-savcı ikilisinin KCK ve PKK teröründen MİT’i de sorumlu tuttuğu sonucuna varabiliriz. Bunlar, yenilir yutulur suçlamalar değil. Neresinden bakılırsa bakılsın, devlet kurumları ve yargıyı da içine alan çok boyutlu ve tehlikeli bir yönetim krizi ile karşı karşıyayız. Polis ve yargı, bir başka devlet kurumu olan MİT ile büyük bir çatışma içindedir. Bu eksen, bütün devlet sistemini sarsma pahasına istihbarat örgütüne karşı gözü kara bir hamleye kalkışmaktadır. CİDDİ BİR REVİZYON İHTİYACI Kriz öncelikle Başbakan’ı ilgilendiriyor. Çünkü bu kurumlardan ikisi (MİT ve polis) kendisine bağlıdır. Bu kurumların aynı hedefe odaklanarak işbirliği içinde çalışmalarını sağlamak Başbakan olarak kendisinin en temel görevlerinden biridir. Burada uyum ve koordinasyonun olmadığı anlamına gelen her türlü görüntü, kaçınılmaz olarak Erdoğan’ın bu kurumlar üzerindeki kontrolüyle ilgili sorulara kaynaklık edecektir. Bu tür sorular, muktedir bir başbakanın sineye çekebileceği bir durum değildir. Emniyet ile MİT arasında bir çatışma yaşansa bile, sorunun önceden fark edilip işler ortalığa bu şekilde dökülüp saçılmadan bir çözüm bulunması ciddi bir devlet yönetimine yakışan bir tablo olurdu. Kamuoyuna yansıyan görüntünün düşündürücü başka sonuçları da var. Bunlardan biri, polis ile özel yetkili mahkemeler arasındaki işbirliğinde yetki alanlarının belirsizleşmesi, soruşturmaların büyük ölçüde polisin yönlendiriciliğinde yol aldığı gerçeğinin bir kez daha görülmüş olmasıdır. Keza özel yetkili mahkemelere bahşedilmiş olan yetki alanının genişliğinin yarattığı sakıncalar da artık iyice anlaşılmış olmalıdır. Bu krizin, devlet yönetiminde ayarların ciddi bir şekilde bozulmakta olduğunu ve ciddi bir revizyon gerektiğini göstermesi bakımından hükümet üzerinde çok geç de olsa göz açıcı bir işlev görmüş olması gerekir.