Paylaş
Yanılmıyorsam Odatv’de görmüştüm.
- Fotoğraf Boğaz’da yemekli gezi düzenleyen teknelerden birinde çekilmişti.
- Fotoğrafta yan yana görünen insanlar, herhangi bir arkadaş grubu değildi.
- Bir kısmı Ergenekon soruşturmasını yürüten polislerdi.
- Onların yanında aralarında Zekeriya Öz’ün de bulunduğu bir grup savcı vardı.
Onlar da Ergenekon davasını soruşturan ve davaları açan savcılardı.
- Üçüncü grup ise hâkimlerden oluşuyordu.
Onlar da Ergenekon sanıklarını yargılayan özel mahkemelerin hâkimleriydi.
İlk bakışta son derece normal bir beraberlik gibi görünüyordu.
Oysa bu, gelişmiş bir hukuk devletinin kabul edebileceği bir aile fotoğrafı değildi.
Çünkü bir olayı soruşturan bu üç ekibin, yaptıkları işin özelliği nedeniyle, birbiriyle bu kadar sıkı fıkı bir ilişkisinin olmaması gerekirdi.
* * *
Hrant Dink davasında karar veren mahkeme heyetinin başkanının şu sözleri beni o fotoğrafa götürdü:
“Elimdeki delillere göre bu iyi bir karar...”
Peki elindeki deliller neydi?
Ben hâkim değilim. Kendi itikadıma göre, “şu veya bu” diyemem.
Umarım, o aile fotoğrafına girmeyen Yargıtay üyeleri delillere daha dikkatle bakar.
Ama şeytani aklıma şu sorular da gelmiyor değil:
“Acaba polis, cinayeti işleyenlerin arkasındaki bağlantılarla ilgili ikna edici delilleri savcının ve hâkimin önüne koydu mu?”
* * *
Özel yetkili mahkemeler giderek, polisi, savcısı ve hâkimi ile içekapanık çevreler haline dönüşüyor.
Bu da kaçınılmaz bazı dayanışma duyguları yaratabilir.
Bazıları kızıyor ama ben olaya sadece Hrant Dink açısından bakmıyorum.
Hepimiz şimdiden şuna hazırlıklı olalım.
Bu mahkemelerin bundan böyle vereceği bütün kararlar, kamuoyunu bölecek.
Çünkü Türkiye’de herkes kendini adaletin yerine koymaya başladı.
Gazeteciler polis, siyasetçiler savcı, vatandaş hâkim...
İşin kötüsü herkes kesin inançlı, herkes kararını şimdiden vermiş durumda.
Hepimiz hazırlıklı olalım.
Olay sandığımızdan daha derindir.
Gençleri soğukkanlı katiller haline getiren sosyolojisi ve psikolojisi ile, polisi, hâkim ve savcıları, ancak ihtilal dönemlerinde görülen, özel durum misyonerleri haline getiren siyaseti ile çok ama çok daha derinlerdedir.
Ve inanın derin devlet dediğiniz şey, bunun yanında çok sığ kalır.
Bu soruyu ancak kanseri yaşamış biri mi sorabilirdi
YILLARDIR söylüyorum.
Bu ülkede Anglosakson manada gazetecilik yapan iki kişi vardır.
Biri Sedat Ergin, öteki Mehmet Ali Birand...
Birand yine hepimize bir gazetecilik dersi verdi. Hepimiz günlerdir ne konuşuyoruz?
Başbakan’ın sağlığı. Kimimize göre durumu iyi, kimimize göre metastas yapmış kanser.
Dedikodunun bini bir para.
Yok beynine sıçramış, yok Hacettepe Üniversitesi’nde kemoterapi için özel bölüm hazırlanmış. Mehmet Ali Birand direkt sordu:
“Kanser misiniz?”
Başbakan ilk defa direkt cevap verdi:
“Hayır kanser değilim. Kansere dönüşme ihtimali olan polipleri aldılar”.
Başbakanlık başından beri bu iletişimi yanlış götürüyordu.
İlk defa, birinci elden bilgi aldık. Bir de şunu düşündüm.
Acaba bu soru bugüne kadar neden sorulamadı?
Başbakan’dan mı korktular?
Yoksa böyle bir soruyu ancak kanseri yaşamış bir gazeteci mi sorabilirdi?
Benimki çok katı bir soru oldu ama, kendimi tutamadım.
Hepimiz Ermeni değiliz kardeşim
DOĞDUĞUM günden beri bana şu öğretildi:
Türklük ne kadar şerefliyse, Yahudilik, Ermenilik, Kürtlük de o kadar şerefle ve gururla taşınacak bir aidiyettir.
Bunun tersi de doğrudur.
Yani Yahudilik, Ermenilik, Kürtlük ne kadar şerefli bir şeyse, Türklük de o kadar şerefli bir aidiyettir.
* * *
Hrant Dink cinayetinde “Ben Ermeni’yim” veya “Hepimiz Ermeni’yiz” demiyorum.
Çünkü hepimiz Türk de değiliz.
Hepimiz Kürt veya Yahudi de değiliz.
Böyle sembollere hiçbirimizin ihtiyacı yok.
Çıkalım adam gibi, yargımızın, özel yetkili mahkemelerin perişanlığına karşı omuz omza mücadele verelim.
Her birimiz neysek oyuz...
Yapılan yürüyüşü ve gösterilen tepkiyi sonuna kadar destekliyorum. Ama bu sloganı doğru bulmuyorum.
Göğsümü gere gere, “Ben Türk’üm ve Türk olarak Hrant Dink cinayetinin peşini bırakmıyorum” diyorum.
O nedenle Musa Anter katledildiğinde de “Hepimiz Kürt’üz” diye slogan atmadım.
Çünkü Türk olmak, bu ülkenin çoğunluğuna ait olmak, bana çok daha ağır bir görev yüklüyor.
Çoğunluk mensubu bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, şunu çok iyi biliyorum.
“Çoğunluk” olmak ürkütücü bir şeydir.
Bugünün demokrasisi, çoğunluğun değil, asıl kendini azınlık hisseden insanların haklarını, yaşama ortamlarını güvence altına almak için uğraşır.
Çoğunluğun hakları, artık 20’nci yüzyılda halledilmiş bir konudur.
O nedenle, “Ben Türk’üm” diyerek, çoğunluk kimliğinin altında Hrant Dink cinayetinin peşini bırakmamak daha birleştirici bir tavırdır.
* * *
Şimdi diyeceksiniz ki “Popülizm yapıyorsun”.
Ben de diyeceğim ki, “Asıl siz kendi cemaatinizi kafaya alacak popülizm yapıyorsunuz”.
Hangimiz mi haklıyız?
Eh bırakalım, her birimizin kendi cemaati karar versin.
Ama unutmayın, en azınlık içinde bile, insanın düşüncesini özgürce söylemesini engelleyen ürkütücü bir çoğunluk vardır.
Ve o çoğunluğa babalanmak, çok daha fazla cesaret ister...
NOT: Umarım bunları yazdım diye, beni faşist sürüye katmak isteyen “öteki sürüye” katılmazsınız.
Paylaş