Paylaş
Yakamozların parlayan birer sedef gibi kıyılara vurduğu anlarda.
Pavuryaların pırıl pırıl sularda; kumları eşelediği mevsimlerde...
Yıllardır o korudu.
Dünyanın en güzel denizlerini bir çocuğun kalbini ellerinde tutar gibi korudu.
Sevdi, aşık oldu, ihtimam gösterdi.
Sadun Boro.
Uzak denizlerin ve ıssız koyların bilgesi.
Ve o koylar...
Gökova, Hisarönü, Göcek...
Dünyanın en güzel kıyıları, denizleri.
Hatırlıyorum.
Bir yılbaşı gecesi, ayın Okluk Koyu’na düşüp teknelerimizi birer masal kayığına çevirdiği saatlerde bize söz verdirtmişti:
“Çocuklar. Bu cennet kıyıları yıllardır elimizden geldiğince koruduk. Şimdi sıra sizde.”
Osman, Meriç ve Haluk...
O masalsı atmosferde kıyılara doğru en yüksek sesimizle yemin etmiştik.
Özallı yıllardan itibaren; turistik otel sahiplerinin iştihanı kabartan o koyları betona teslim etmeyecektik.
Can Pulak öne geçti. Ve rahmetli Özal, o koyları sit alanı ilan ettirdi.
Yıllarca böyle korundu o denizler. Bizler de birer “gönüllü korucu” gibi çalıştık.
Kimi zaman kıyılarda naylon topladık. Kimi zaman kaçak yapılara savaş açtık. Kimi zaman da o koyları kirletenleri yakalattık.
Ve önceki gün aradı Sadun Abi:
“Fatih sıra sizde demiştim. Bu görevi devralma vaktin geldi. Bak yine bu cenneti betona çevirmek isteyenler olabilir. Gidip yetkilisini uyarır mısın?”
ACİL TELEFON
Ankara’ya gittim. Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın kapısını çaldım.
Kısa bir sohbetten sonra konuya geldim:
“Sadun Boro’nun selamı var. Diyor ki, bu denizler bizim değil, insanlığın zenginliğidir. Çocuklarımızın geleceğidir. Ne olur betona, otellere teslim etmeyelim.”
Bayraktar hızlı ve pratik bir isimdir. Hemen telefonu kaldırdı.
Osman İyimaya’ya durumu iletti.
Şimdi artık daha köklü bir koruma kalkanı var.
İşte buradan bütün deniz dostlarına sesleniyorum;
Bir Yunus’un yelkenlilerle yarışına, sabaha karşı bir balığın zıplayarak çıkardığı o sese; rüzgara, ıssız koylara inen yıldızlara aşık olanlara sesleniyorum:
Doğa severlere sesleniyorum:
“Lütfen bir katliam işareti, bir beton işgali görürseniz bana bildirin.”
Dünyanın en güzel koylarını, denizlerini dünyanın en büyük “gönüllü korucu ordusu” olarak biz koruyalım.
İKİNCİ YAZI:
Tartışmaya açılmalı mıydı?
HÜRRİYET’in yeni sivil anayasa için açtığı kanala gelen yorumları, önerileri geçen hafta Meclis Başkanı Cemil Çiçek’e iletmiştik.
Bazı okurlar da sormuştu:
- Anayasa’nın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen maddelerini neden öneriye açtınız?
Bir başka okur kesimi ise farklı bakarak;
“Değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen maddeleri neden yoruma ve öneriye açmadınız?” diye tepki göstermişti.
Kamplaşmaya ayarlı bir toplum olarak bu iki sorunun ne anlama geldiği açık.
Elbette kimsenin istiklal marşımızla, bayrağımızla dilimizle bir meselesi yoktu.
Öyle olmadığı da anlaşıldı.
Ama o kadar güzel öneriler geldi ki;
Yasak koymanın, insanlık iklimini nasıl kurutup çöle çevirdiğini;
Özgürlüğün de düşünce iklimini nasıl bir vahaya dönüştürdüğünü bir kez daha gördüm.
Bu öneriler içinde iki yorum var ki;
Üzerinde günlerce düşünmeliyiz. Konuşmalıyız. Birbirimize saygı duyarak tartışmalıyız.
DİL MESELESİ: En çok üzerinde durulan konulardan birisi dil meselesi. Şimdiki Anayasa’da “Dili Türkçe’dir” diyor.
Gelen öneri ise şu:
“Resmi dili Türkçe’dir.”
Bir zamanlar devletin Kürt kimliğini tanımadığı;
“Kürt yoktur karda yürürken çıkan Kart Kurt sesi vardır” diyen bir zihniyetten;
Kürtçe isim koymanın yasak, Kürtçe şarkının suç olduğu günlerden;
Kürtçe yayın yapan TRT’ye geldiysek eğer; bu da tartışılmalı.
Korkmadan, kimsenin kimseyi ihanetle suçlamadığı özgür bir zeminde konuşulmalı.
DEMOKRATİK CUMHURİYET: Dikkat çeken bir diğer öneri ise;
“Demokratik Cumhuriyet” kavramıydı.
Gelen yüz binlerce yorumdan anlaşılıyor ki;
Yeni bir yüzyıla hazırlanan Türkiye toplumu artık yeni kavramlar ortaya atabiliyor.
Kalıplara sığdırılmış, çerçevelere oturtulmuş bir zihin yok artık.
Soran ve sorgulayan, yeni kavramlar ortaya atan bir kuşak geliyor.
“Devletin şekli cumhuriyettir” ifadesine, “demokratik cumhuriyet” önerisini getirenleri önemsiyorum.
Elbette sorabilirsiniz;
“Demokratik cumhuriyet de nedir kardeşim?”
Bu soruyu soranlara mesela şöyle bir cevap gelebilir:
“Farklı kültürleri, farklı ırkları bu ülkenin bir zenginliği olarak görmenin; Birini diğerinden üstün tutmayan bir yönetimin ifadesi olabilir.”
AİDİYET MESELESİ: Gelen yorumlardan anlıyorum ki; Türkiye’de bir “aidiyet meselesi” de var.
Birinin diğerinden kuşku duyduğu, özgüvenin değil, paranoyanın hakim olduğu bir meseledir bu.
Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Süryani, Arap, bu topraklarda yaşayan kim varsa;
Kökeni ne olursa olsun, kendisini bu ülkenin özgür bir vatandaşı olarak görebilmesi için bu “aidiyet çatışması”nın da bitirilmesi gerekiyor.
Bunun da yolu; bireylerin kendisini özgürce ifade edebileceği, inancına göre yaşayabileceği bir sivil anayasa için herkesin özgürce konuşup öneride bulunabileceği bir zemin yaratılmasıdır.
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Sessiz bir devrim
AYLARDIR bir mesaj yağmuru vardı. Çek mağdurları, mahkemelerde sürünen o insanlar “kurtarın bizi” diyordu.
Ve nihayet Adalet Bakanı Sadullah Ergin inanılmaz bir hızla bu çaresizliği ortadan kaldıracak adımı attı.
O mağdurlar, hapis korkusunu attılar içinden. Ve en önemlisi, adalet sistemini, mahkemeleri kilitleyen yüzbinlerce dosya ortadan kalkıyor şimdi.
Bu sessiz devrim için Adalet Bakanı Ergin’i kutluyorum.
DÖRDÜNCÜ YAZI:
Denktaş ve Lefter
- NE müthiş bir rastlantıdır ki;
Hayatını Kıbrıs’ta Rumlarla mücadeleyle geçirmiş Denktaş’la, futbolumuzun efsanesi Lefter’in ölümü aynı güne denk geldi.
Peki bu ölümler bize ne anlatmalı;
- Nasıl bir insan zenginliğinde, nasıl bir kültür okyanusunda olduğumuzu anlatmalı. Bu coğrafyanın nasıl geniş ve köklü bir tarihi olduğunu düşündürtmeli.
Paylaş