Paylaş
Her türden “çocuksu” tepkinin geçer akçe sayıldığı tuhaf günler...
Sürekli el yükseltiliyor. Bazılarımız Sarkozy’nin “Yahudi” kimliğine vurgu yapıp “adamın genlerinde bir sorun var” diye yazarken...
Bazılarımız da “ceddimiz Kanuni”nin Fransa Kralı Birinci Fransuva’ya yazdığı mektuptaki azametli üslubu anımsatıp hepimizi coşturuyor.
Fransız’ın malına da acayip kılız yani: Meydanlarda Fransız arabası yakmaya ramak kaldı. Bazılarımız daha entelektüel takılıyor:
“Voltaire”den girmeler, “1789 Devrimi”nden çıkmalar falan.
* * *
Ama en büyük popülizm, “yeryüzünün en büyük popülistlerine şapkayı tersten giydirecek” zekâ kıvraklığına sahip olan Melih Gökçek’ten geliyor.
Vaktiyle Sarkozy karşısında sakız çiğneyerek muhteşem bir direniş sergileyen ve bu nedenle hayatında hiç almadığı kadar övgü alan Melih Gökçek, tadına doyamadığı bu sakız destanının yeni bir sayfasını yazmaya koyuluyor.
Ve direnişin ilk sinyalini veriyor:
Ankara Büyükşehir Belediyesi olarak Fransa’nın Ankara Büyükelçiliği’nin önüne bir “Cezayir Anıtı” dikeceklermiş.
Ve “anıtın bir yerine koyacakları bir tuş” ile Cezayir Milli Marşı’nı çalacaklarmış.
Breh! Breh! Breh!
* * *
Fakat Gökçek’in bu şanlı çıkışının yaratacağı bir sorun var:
Kafalarının Gökçek’in kafası gibi çalıştığını dün Senato’dan geçirdikleri o pespaye yasayla kanıtlayan Fransız muktedirleri “görüyoruz ve de arttırıyoruz” derlerse ne olacak?
Mesela Paris Belediye Başkanı da, Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği önüne bir “Ermeni Anıtı” dikiverirse...
Melih Gökçek derhal bir “Haiti Anıtı” mı dikecek?
Paris Belediyesi buna “Dersim Anıtı” ile karşılık verirse...
Gökçek “Fransız sömürgesi altında inleyen Cibuti Anıtı” dikmeye mi koyulacak?
Ve bu “sersem” yarış nerede son bulacak?
* * *
Duygusala bağlamaya fazlasıyla yatkın bir millet olduğumuzun farkındayım.
Ama yine de duygusala bağlama özelliğimizden bu kadar ucuz yollarla istifade edilmesinden rahatsızlık duyuyorum.
Bir rüyam var:
Sağduyu galebe çalsa, Melih Gökçek’in elleri böğründe kalsa...
Biliyorum, olmaz ama ya olursa?
Mümtazer’e soruyorum
ESKİDEN “Türk Dil Kurumu” vardı... Bir de “Türk Tarih Kurumu”.
12 Eylül yönetimi bu iki kurumu “bazen yaramazlık yaptıkları” gerekçesiyle kapattı.
Yerine “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” adı altında bir şemsiye yapıyı getirdi.
En başına “T.C. Başbakanlık” sıfatını eklemeyi ihmal etmeyerek.
* * *
Benim açımdan...
“Türk Dil Kurumu” da, “Türk Tarih Kurumu” da savunulacak yapılar değildi.
Devlet eliyle dil mi oluşturulurmuş?
Devlet eliyle tarih mi oluşturulurmuş?
12 Eylül’ün yaptığı ise daha beter bir atılımdı:
Bu kurumları “daha da resmi” hale getirmek ve “Türk-İslam sentezi”ni bu kurumlara egemen kılmak...
* * *
Ben bugünün muktedirlerinden, şu “yüksek kurum” arkaikliğine derin bir neşter atmasını beklerdim. Resmi ideoloji propagandası yapan, resmi tarih oluşturan, resmi dil anlayışı geliştiren ve siyasi iktidarlara göbekten bağlı bu yapıyla hesaplaşmasını beklerdim.
Ama hayır!
Bu kurumu da “kafa dengi” isimlerle kendilerinin kılmayı tercih ettiler.
Tıpkı YÖK’te yaptıkları gibi...
Mesela bizim Mümtazer Türköne’yi getirmişler “yüksek kurul”un en yüksek tepesine...
O da hiç gocunmadan kurulmuş yüksek tepeye...
* * *
Hadi “muktedirler”, eskiden hiç hoşlanmadıkları yapıları ele geçirerek kendilerinin kılıyorlar ve bu kurumlara karşı “aşk gibi / sevda gibi” hisler beslemeye başlıyorlar.
Peki Mümtazer’e ne oluyor?
Devlet eliyle resmi ideoloji oluşturulmasına karşı yazdığı onca yazının mürekkebi kurumadan, attığı onca nutkun kulaklardaki çınlaması bitmeden, nasıl oluyor da devlet eliyle resmi ideoloji oluşturulan bir yapının en tepesine hiç gocunmadan kuruluveriyor?
Mümtazer bu soruya bir cevap verebilir mi acaba?
* * *
Ama çok rica edeceğim vereceği cevabın içine “dönek, Nişantaşı, dalak, geçmiş, pazarlama” gibi sözcükleri yerleştirmesin.
Ya da yerleştirsin.
Ama asıl cevabı vermeyi ihmal etmeden...
Talimat demokrasisi
DENİZ Baykal, yanına eşini alarak Başbakan Erdoğan’a geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuş.
Süper! Harika! Muhteşem!
* * *
Ama bu ziyaret işine karışan bir “rica” olayı var ki değinmeden geçemeyeceğim:
Baykal, tutuklu Mehmet Haberal’ın annesini görmesine izin verilmesi için Başbakan Erdoğan’dan ricacı olmuş ve Başbakan Erdoğan da bu ricayı kırmayarak Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e talimat vermiş.
Bir duam var:
Allah her tutuklu annesine bir “Deniz Baykal ricası” nasip etsin.
Türk’ün Türk’e propagandası
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, Sarkozy’yi telefonla aramış.
Sarkozy de telefona çıkmamış.
Türk’ün Türk’e propagandası bu durum karşısında şöyle işledi:
“Sarkozy korkusundan Gül’ün telefonuna bile çıkamadı”.
* * *
Aman dikkat!
Bu tür propagandalar iyidir, hoştur ama şöyle bir sorunu vardır.
Torba olmayan ağızlar büzülemediğinden olayı şöyle yorumlayanlar da çıkabilir:
“Hiç sallamadı, telefonuna bile çıkmadı”.
Paylaş