PaylaÅŸ
Ne şanslıyım ki, birkaç kez yüzyüze de görüştüm, hatta bir seferinde oturup karşılıklı içki bile içtim.
Christopher Hitchens, seversiniz veya sevmezsiniz ama gözardı edemeyeceğiniz biriydi. Epeydir yemek borusu kanseriydi. Dün öldü.
Önce kardeşini, Peter Hitchens’ı tanıdım. İngiliz gazetesi Daily Mail’in başyazı yazarlarındandı. Birkaç kez yazıştık, telefonla konuştuk, birkaç kez İstanbul’da beni ziyarete geldi, uzun uzun konuştuk, bir kez de ben onu Londra’da ziyaret ettim.
İşte o Londra ziyaretinde, meşhur ağabeyiyle, uzun zamandır uzaktan uzaktan yazılarını izlediğim Christopher Hitchens’la da tanıştım.
Kıt kanaat geçinen bir İngiliz ailenin çocuklarıydı ikisi de. Ama doğuştan gelen bir yazma ve polemik yapma yeteneğiyle donanmışlardı. Aileleri yememiş içmemiş ama çocuklarının en iyi okullarda okumasını sağlamıştı.
Christopher, 1949 doğumluydu, yani tam olarak 68 kuşağı. 71’de Oxford’dan mezun olana kadar bir yandan gündüzleri solcu gösterilerin merkezindeydi, Troçkist’ti, bir yandan da geceleri şampanyanın su gibi aktığı sosyete partilerinin değişmez konuğu.
Gazeteci oldu. Dünyanın dört bir yanını muhabir olarak dolaştı, haberler, makaleler, analizler ve kitaplar yazdı. Kıbrıs konusundaki kitabını Türkiye’de beğenen olacağını hiç sanmıyorum.
Her bakımdan aykırı biriydi. 1982’de İngiltere’nin Falkland’ı işgalini savundu, 2003’te de Amerika’nın Irak’ı işgalinin savunucularından biriydi. ‘Muhafazakar’ veya ‘NeoCon’un tam tersi biriydi, hatta onların nefret ettiği biriydi ama ‘İslamofaşizm’ terimini yaygınlaştıran da o oldu.
Her zaman akıntıya karşıydı. Bu sebeple zaman zaman ondan nefret edebilirdiniz ama onu mutlaka dikkate alırdınız.
Son olarak bu köşede ondan, eski Britanya Başbakanı Tony Blair’le tanrının varlığı üzerine yaptığı tartışmadan ötürü söz etmiştim. İnançlı ve güçlü bir ateistti, Rahibe Teresa ile ilgili yazdıkları yüzünden neredeyse bütün Katolik dünyasının nefretini bir anda üzerine çekmişti.
Kanser olduğu anlaşıldıktan sonra dindarların saldırısına uğradı, ‘İşte tanrı da sana cezanı verdi’ diyen nefret mektupları aldı, o da bütün bunları yazdı.
Karakterini anlatan en iyi anektodlardan birini dün The New York Times yazarı Richard Cohen’in Hitchens için yazdığı veda yazısında okudum, aktarıyorum:
Bir gün bir dostları Christopher Hitchens ve eşi Carol Blue’yu Palm Beach’deki meşhur Everglades Club’a akşam yemeğine davet ettiler. Mekan, Yahudilerden pek hoşlanmamasıyla meşhurdu. Karısı yolda Hitchens’e, ‘Ne olur hadise çıkarma’ dedi. Masaya oturdular, garson geldi, Hitchens, ‘Yahudi geleneğine uygun hazırlanmış kosher yemeklerden oluşan bir menünüz var mı’ diye sordu.
Evet, kavga ve tartışma fırsatı gördüğünde hiç kaçırmayan, büyük bir polemikçi, çok bilgili bir iyi yazardı Hitchens.
Onsuz bir dünya, biraz eksik bir dünya olacak.
Ogün Samast, 20 Ocak’ta aramızda olacak...Â
MAHKEME, Hrant Dink’in katil zanlısı Ogün Samast’ın örgüt üyeliğinden yargılandığı davada tahliyesine karar verdi.
Biliyorsunuz Samast ile ilgili dava, Samast’ın Dink’i öldürdüğü tarihte ‘çocuk’ olması nedeniyle ikiye ayrıldı. Samast’ın cinayet davası çocuk mahkemesinde görülüyor, onun ‘Cinayet işlemek üzere kurulmuş örgüte üyeliği’ hakkındaki davası ise Beşiktaş adliyesindeki Özel Yetkili Mahkeme’de.
Şimdi Özel Yetkili Mahkeme, örgüt üyeliği suçlamasıyla ilgili tutukluluk kararını kaldırdı. Kaldı geriye cinayet nedeniyle tutukluluk.
Bu dava çocuk mahkemesinde görüldüğü ve örgüt üyeliğiyle ilgili tutukluluk hali de sona erdiğine göre, çocuk mahkemesi tutuklu olarak beş yıldır cezaevinde olduğu için 19 Ocak 2012 günü Ogün Samast hakkında mecburen tahliye kararı verecek.
Yani Ogün Samast 20 Ocak günü serbest bırakılacak.
O gün itibarıyla yine bir gümbürtü kopacak ama ben şimdiden yazayım: Samast, örgüt üyeliğinden tutuklu kalsaydı, o beş yıl on yıla kadar uzayabilirdi ve böylece hukuk sistemimizin bir çarpıklığı daha yeterince göz önüne gelmez, hatalar halının altına süpürülmüş olurdu.
Burada mesele, Ogün Samast gibi cinayet suçunu inkar dahi etmeyen bir kişinin hakkında bile beş yılda bir kesin hüküm kurulamamış olmasındadır.
Bu yargılama çoktan bitmiş, örgüt üyeliğiyle ilgili dava devam ediyor bile olsa hiç değilse cinayet davası sonuçlanmış olsaydı, bugün bunları konuşmuyor olacaktık.
Bizim adalet sistemimizin ana sorunu tam da bu: Adalet gecikiyor ve adalet olmaktan çıkıyor. Yargıyı hızlandırmaktan başka çaremiz yok.
Muhammed Yunus’la bir gün ve bir gece
ÜLKESİ Bangladeş’te yoksulluğa karşı verdiği mücadele ve geliştirdiği yaratıcı yöntemlerle tanınan, Nobel Barış Ödülü sahibi Muhammed Yunus önceki gün İstanbul’daydı ve çok yoğun bir gün geçirdi.
Sabah önce Okan Üniversitesi’nde kendi adıyla anılan ve gerek mikro kredi ve gerekse sosyal girişimcilikle ilgilenip yoksullukla mücadele konusunda bilgi üretecek olan bir merkezin açılışına katıldı. Prof. Yunus bu merkezde ders de verecek.
Daha sonra Sabancı Üniversitesi’nde bir toplantıya katıldı, yardımseverlik, sosyal girişimcilik ve yoksullukla mücadele hakkında konuştu.
Akşam da Vuslat Doğan Sabancı ve Ali Sabancı’nın ev sahipliğinde, çok özel bir akşam yemeğinin onur konuğuydu Yunus.
Muhammed Yunus’un fikri olan mikro kredi yöntemi ülkemizde de uygulanıyor. Bu yöntemin Türkiye’deki öncüsü eski Diyarbakır milletvekili Aziz Akgül’ün verdiği bilgiye göre Türkiye’de sistemde 55 bin kadın var. Yani 55 bin kadına mikro kredi verilmiş ve onlar da borçlarını tıkır tıkır ödeyecekleri birer iş kurmuşlar. Dünya çapında ise 600 milyon kadın bu sistemden yararlanmış. Kabaca bir hesapla yaşayan her altı kadından biri demek bu.
Muhammed Yunus’un ‘sosyal bussines’ dediği, Türkçeye ‘sosyal girişimcilik’ diye çevrilen kavram çok önemli. Yunus, ‘Yardımseverlik ama iş mantığıyla yardımseverlik’ diyor. Bu işlerin kar etmemesi gerektiğini söylüyor.
‘Kâr güdüsünü anlıyorum. İnsanı mutlu eden bir şey kâr. Ama başkalarını mutlu ederek mutlu olmak da mümkün’ diyor Yunus.
Gerçekten etkileyici biri.
PaylaÅŸ