BUNDAN tam bir yıl önce bu zamanlar, Urla’daki o evin kapısından içeri girerken, aklıma gençliğimin büyük münazara konusu takılmıştı.
“Türk burjuvazisi var mıdır?” 40 yıl önce, devrimci teorilerimize bir türlü uyamayan Türkiye’de, çoğumuz olmadığına inanırdık. Yani yıkacak, devirecek bir burjuvazi arar, bir türlü bulamazdık. Sonraki yıllarda, olduğuna inanmaya başladım. Daha doğrusu umutlandım. Kendimi inandırdım. Nedense, son zamanlarda gördüklerim, tanık olduklarımdan sonra, bu soruyu yine kendime sormaya başladım. “Türk burjuvazisi var mıdır?”
Geçen yıl Urla’da, Lucien Arkas’ın evine davetliydim. Hakkında çok şey dinlediğim eve ilk defa giriyordum. Öteki Levanten aileleri gibi Lucien Arkas da kendini saklayan, dışarı vurmayan, sahip olduklarını teşhir etmeyen bir insandır. 36 dönüm alan içinde olağanüstü zevkli bir eve girdik. Toscana tarzı bir evin etrafında, Fransız tarzı bahçeler, doğal havuzlarla, kendimi gerçek bir burjuvanın yaşadığı mekânda buldum. Ev, bugüne kadar hiçbir Türk evinde görmediğim kadar zengin bir tablo koleksiyonuna sahipti. Buna koleksiyon demek bile yanlıştı. Lucien Bey’in evi, yaşayan olağanüstü bir müzeydi. Ayrıca evinin hemen yanında 4 katlı bir bina daha vardı ve burası tamamen müze haline getirilmişti. Evde Renoir, Picasso, Dufy, Braque ve daha birçok ressamın tabloları vardı. Denizcilik sektöründe çalıştığı için, 17. ve 18. yüzyıla ait Avrupa’nın önemli deniz tablolarını toplamıştı. Ve bugüne kadar bir evde gördüğüm en zengin Türk ressamları koleksiyonu bulunuyordu. En çok dikkatimi çeken ise, post-empresyonist ressamlara olan ilgisiydi. Evin en alt katında bir “Nü” tablolar bölümü vardı. Son içkimizi orada aldık. O akşam evde çok etkilendim ve yazmayı istediğimi söyledim. Eminim bu evin varlığının bilinmesi, hem İzmir’e hem Urla’ya büyük katkı yapacaktı. Yazmamamı rica etti. Şimdi o Renoir İzmir’de sergileniyor.
Fransa devleti, Lucien Arkas’la bir anlaşma yaparak, İzmir’deki harikulade konsolosluk binasının müzeye çevrilmesine izin verdi. Bu müze geçen cumartesi akşamı açıldı. Ben de oradaydım. Abartmadan söylüyorum, bugüne kadar gezdiğim, ışıklandırması en iyi müzelerden biri olmuş. Post-empresyonizm sanatçıların tabloları çok iyi seçilmiş. Salonlara göre çok iyi gruplandırılmış. Büyük bir mutlulukla gezdim.
Sergi için hazırlanan albümün girişinde Baudelaire’in şöyle bir cümlesi var: “Mutluluğu aramanın dünyadaki birçok güzellik kadar farklı yolu vardır.” Mutluluk nedir? Bazıları için teşhir etmektir, bazıları için ise seyretmek. Theo Van Rysselberghe’in “Modele au repos, Maud” adlı tablosunun karşısında uzunca bir süre kaldım. Sere serpe bir kadının, tetikte olmadığı, kendini bıraktığı bir andaki güzelliği daha nasıl anlatılabilir diye düşündüm. Moise Kisling’in çiçekli halı üzerindeki çıplak kadınını da epey seyrettim. Sonra Maurice Denis’in “Çiçekli Bahçedeki Madonna” tablosuna gittim. Kendi ailesini Meryem Ana ve melekleri şeklinde tasarlayan hayal gücünü düşündüm. Sabancı Müzesi, Dali’yi sergilediği zaman, yanlış hatırlamıyorsam bir İngiliz gazetesi “Dali Boğaziçi’nde” diye başlık atmıştı. Ben de “Renoir İzmir’de” diyorum.
Akşam doğduğum, kişiliğimi kazandığım, isyankârlığımı aldığım şehrin denizine bakarken, aklıma yine o soru geldi. Bir Türk burjuvazisi var mıdır? Galiba, ürkek de olsa, görünmeyi sevmese de, kendini kapalı kapıların arkasında saklasa da, en azından Türkiye’nin bir burjuvazisi var... Yani artık devrimi yapabiliriz...