Paylaş
Bu yıl Cumhuriyet Bayramı kutlanmadı.
Bir felaketle karşı karşıya kaldık diye...
Deprem oldu diye...
Ama siz sonuca bakın:
Neredeyse kutlanmadı.
Çocukluğumuzun görkemli bayramları, yerini, alelade günlere bıraktı, içim burkuldu.
Ve şimdi karşımda biri, bir Musevi, 91 yaşındaki Lazare Rousso, “Türk olduğunuz için gurur duymalısınız!” diyor, “Türkler çok büyük işlere imza attılar. Tarih sadece kısa dönemlerden ibaret değil. Daha kuşbakışı baktığınızda birtakım şeyleri farklı algılarsınız. Türk olmak fevkalade gurur duyulacak bir şey. Her şey var bu ülkede. Olmayan sadece propaganda. Biz reklam yapamıyoruz, kendimizi satamıyoruz. Oysa ki yapmalıyız. Tüm dünyaya kim olduğumuzu hatırlatmalıyız...”
*
Bugüne kadar karşılaştığım en Türk milliyetçisi Musevi Lazare Rousso. “Türk Pasaportu” belgeselinde yer alan yaşayan tanıklarından biri o.
Aynı zamanda “Kurtuluş Treni” yolcusu.
O da ne diyeceksiniz?
“Türk Pasaportu” belgeselini izlerseniz, o trenin ne anlama geldiğini siz de çözeceksiniz.
İkinci Dünya Savaşı’nda, Alman işgali altındaki Avrupa’dan Türk pasaportu taşıyan pek çok Yahudi o trenle geliyorlar İstanbul’a.
Geliyorlar derken şurada okuduğunuz kadar kolay bir fiil değil.
10 gün sürüyor.
Ve Almanya’nın işgali altındaki ülkelerden geçiyorlar.
Her seferinde yürek çarpıntısı.
Hayatta kalabilecek miyim korkusu?
Ama başarıyorlar.
O ay-yıldız sayesinde Almanlar onlara dokunmuyor ve o Türk pasaportu ve Türk diplomatlarının çabası sonucunda hayatta kalabiliyorlar.
İşte “Türk Pasaportu” belgeseli tüm bunları anlatıyor.
Tarihin bizim bilmediğimiz bir kesiti.
Lazare Rousso da “Türklüğünüzle gurur duyun” derken, biraz da bunu kastediyor.
*
“Kurtuluş Treni”yle İstanbul’a ulaşan Rousso askere gidiyor.
Manisa Yol Komutanlığı. “Aranızda trigonometri bilen var mı?” diye soruyorlar, bizimki parmak kaldırıyor, Türkçe bilmiyor ama trigonometriyi biliyor, “Tanjant nerede, sinüs nerede?” diyorlar, gösteriyor. “Sen mühendissin” diyorlar, “Değilim” diyor ama ne fayda, 3.5 sene mühendis yardımcısı olarak askerlik yapıyor.
Savaş bitince Fransa’ya dönüyor. Sonra yeniden Türkiye. Bir daha da hiç gitmiyor. Koç Holding’e giriyor tam da holdingin yeni kurulduğu zamanlar.
Bernard Nahum’la çalışıyor yıllarca.
İşe alınma hikâyesi de ilginç.
İş görüşmesine gittiğinde soruyor Nahum: “Sigara içer misin?” “Evet.” “İçki içer misin?” “Evet” diyor.
Diyor ama yüreği pır pır.
Ya bu söyledikleri olumsuz etki bırakırsa?
Nahum devam ediyor, “Araba kullanıyor musun?” “Evet.” “Sohbet etmeyi sever misin?” “Severim.” “İnsan dinlersin yani?” “Dinlerim.” “Tamamdır işe alındın.
Söyleyeceğin bir şey var mı?”
“Var” diyor, “Ben iyi Türkçe konuşamıyorum. Yahudi’yim. Anadolu’yu da bilmem. Bu işler için bunlar dezavantaj değil mi?”
“İçki içiyorsun, sigara içiyorsun, araba kullanıyorsun, sohbet de ediyorsun. Bunlar bana yeter. Ötekiler avantajdır bu ülkede. Göreceksin. Yeter ki her akşam bir şişe rakıyı devir!”
Lazare Rousso, Bernard Nahum’un dediklerini yapıyor ve o günden sonra da Anadolu’da ayak basmadığı yer kalmıyor.
Sonunda da Bölgeler Müdürü oluyor.
63’den 80’li yıllara kadar Koç Holding’de çalışıyor.
Macera dolu bir hayat.
Eşini üç yıl önce kaybetmiş, Nişantaşı’nda yalnız yaşıyor.
Sürekli okuyor.
Ve herkese Türk oldukları için gurur duymaları gerektiğini söylüyor.
Diyor ki:
“Bu ülke insanlar birbirlerine yardım eder, başka hiçbir ülkede göremezsiniz. Geçenlerde bir arkadaşım Macro’nun orada düşüyor. Beymen’den koşuyorlar, ellerinde su bardakları. Orada taksiciler, ‘Amca seni hastaneye götürelim, para mara istemez!’ diyorlar. Ne kadar laf edersek edelim, ‘Şöyle olduk, böyle olduk” diyelim, bizde hâlâ insanlık var! Bizde insanlar açlıktan ölmez, komşuları besler, Avrupa’da ölür. O yüzden Türk olmanın kıymetini bilelim...”
'TÜRK PASAPORTU' FİLMİNİN YAPIMCISI GÜNEŞ ÇELİKCAN
Tren rayları arasındaki mezarı görünce...
“Türk Pasaportu” belgeselini yapmak nereden aklınıza geldi?
- Üniversite 2’de tren raylarının arasında dolaşırken Behiç Erkin’in mezarını gördüğümde aklıma geldi...
Behiç Erkin kim?
- Paris Büyükelçimiz. İkinci Dünya Savaşı’nda birlikte çalıştığı diplomatlarla, bine yakın Türk Yahudisinin hayatını kurtarıyor. Vasiyeti de: “Beni Türkiye’deki demiryollarının kalbine gömün.” Bunun üzerine, Ankara-İzmir-İstanbul makasının arasına defnediliyor. Behiç Erkin’in hikâyesi beni çarptı, araştırmaya başladım. Öğrendiklerim, o dönemin diğer diplomatlarının da bilinmesi ve anlatılması için, beni bu belgeseli yapmaya zorladı. İşte bu macera böyle başladı.
Daha önce hiç belgesel yapmış mıydınız?
- Yok hayır, bu ilk.
Acemi birinin, belgesel yaparken karşısına ne tür zorluklar çıkıyor?
- Tabii ki tecrübesizsiniz. Ama öğreniyorsunuz. Evet, finansman sorunu var, araştırma zorluğu var. Ama size inananların desteği, harikalar yaratmanıza yol açıyor. Bir şekilde, finansman da buluyorsunuz, her şeyin üstesinden geliyorsunuz. Onların size duyduğu güven bir “vazgeçmeme motivasyonu”na dönüşüyor. Bence bir filmi yaparken en önemli iki şey bu: Size güvenen insanlar ve asla vazgeçmemek. Ne olursa olsun. O zaman proje, sizi taşıyor.
Neden bu kadar uzun sürdü?
- Belgeseli çekmek mi? Evet 6 yıl sürdü. Çünkü konu, bilinmiyordu. Belgeler Fransa, Almanya, Türkiye, İsrail ve Amerika’ya dağılmıştı. Tanıklara ulaşmak gerekiyordu. Ve konu, fevkalade hassastı.
Bu belgeselle anlatmaya çalıştığınız ne?
- Türk diplomatlarının, dünyanın en karanlık dönemlerinden birinde, kendi hayatlarını riske atarak başka insanları nasıl kurtardıklarını... Müthiş bir saygı hak ediyorlar...
İnsanlık o Türk diplomatlarını unutmayacak |
Bütün dünyaya vermek istediğiniz mesaj ne?
- Kuran’da ve Talmud’da söylendiği gibi, “İnsan hayatını kurtarmak dünyayı kurtarmaya bedeldir”. Yani insan hayatından değerli, hayattan değerli hiçbir şeyimiz yok.
Neden belgesel olarak çektiniz de, uzun metrajlı film yapmadınız?
- Belgeselde röportaj yaptığımız insanlar, 80-90 yaşındaydı. Bu belgesel yapılamasaydı, öncelikle bu hikâyenin belgelenmesi mümkün olmayacaktı. Allah gecinden versin, bir süre sonra vefat edeceklerdi ve gerçekler de onlarla birlikte tarihe gömülecekti. Bir de tabii şu var: Bir sinema filmini her zaman senaryolaştırabilirsiniz. 5 sene sonra da, 10 sene sonra da. Ama bu belgeseli birkaç sene sonra yapamazdık. O yüzden belgelemek, zamanla yarışmak önceliğimizdi.
Peki belgesel olursa, sıkıcı olabilir ve yeteri kadar insana ulaşamayabiliriz diye düşünmediniz mi?
- Hiçbir zaman önyargılı olmadık. Bir yerden başlamamız lazım. İnsanların izledikleri takdirde ilgi göstereceklerine inanıyorum.
Finansmanı nasıl hallettiniz?
- Sponsorlarımız, Bahçeşehir Üniversitesi ve Tekfen Vakfı. Sağ olsunlar her aşamada bize destek oldular.
Para kazanmayı amaçlıyor musunuz?
- Öncelikli olarak insanların, olan biteni bilmesini istiyoruz, unuttuğumuz değerleri hatırlamalarını istiyoruz. İnsan hayatı çok kısa ve tarihte bir sürü kötü olay oldu. Ama o acı zamanlarda dahi, birbirine yardım eli uzatan insanlar vardı. Bunu anlatmayı parayla ölçemeyiz.
Vizyonda sadece üç hafta gösterildi, sizce neden?
- Vizyon süreci, bizlerden bağımsız pek çok değişkenin bir araya gelmesiyle belirleniyor. Bizim müdahale edebileceğimiz bir durum yoktu. Bir film, yapabileceğinizin en iyisini yapmak ve beklemekten başka bir şey değil.
Hangi ödülleri aldı?
- Cannes Film Festivali’nde gösterildi ilk kez, ayakta alkışlandı. ABD’de Moondance Film Festivali’nde “En İyi Yabancı Belgesel”, Yosimitee Film Festivali’nde “En İyi Yabancı Belgesel” ve İsviçre’de Lucern Film Festivali’nde “Show Case”e seçildi.
Kimler yer aldı bu projede?
- Yapımcı ortağım Bahadır Arlıel, yönetmen, Burak Arlıel ve proje direktörü Yael Habif.
Son olarak, o dönemki Türk diplomatlarının ortak özelliği ne?
- Onlar çok onurlu insanlardı. İnsan hayatını kurtarmak için kendi hayatlarını riske attılar. Bunun en güzel örneğini Necdet Kent, Muhtar Kent’e anlatmış. Kendisine ödül verildiğinde almak istememiş ve Muhtar Kent’e “İnsanlık görevimi yaptığım için bana ödül verilmesi insanlığın bugün geldiği noktayı bana hatırlatıyor ve bu beni çok üzüyor!” demiş. Bütün diplomatların ortak özelliği, belki de bugün unutulan bu yüce algıydı...
HAMİŞ: Atatürk’ün ölüm gününde Lazare Rousso’nun söylediklerini ciddiye alalım ve o en büyük Türk’ü bir kez daha yürekten analım...
Paylaş