Geç kalmış Nobel yazısı: Evrenin genişleme hızı artıyorsa
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
ALBERT Einstein’ın genel görelilik teorisinin bir hatası vardı. Einstein, evrenin durağan ve hep böyle olduğu varsayımıyla denklemlerine bir ‘evrensel sabit’ koymuştu.
Teori yayınlandıktan kısa bir süre sonra, bir Amerikalı astronom, Edwin Hubble, evrenin durağan olmadığını, genişlediğini keşfetti. Bu keşif üzerine Einstein, denklemlerinden evrensel sabiti kaldırdı, ‘Hayattaki en büyük hatam’ dedi o evrensel sabit için. Tabii eğer evren genişliyorsa bu şu anlama da geliyordu: Demek evren bir zamanlar bugün olduğundan daha küçüktü, hatta miniminnacıktı. Yani evrenin bir başlangıcı vardı. Bu başlangıç fikri, insanları ‘büyük patlama’ fikrine götürdü elbette. Peki evrenin bir başlangıcı vardı, sonu da var mıydı? Evren genişleyecek genişleyecek sonra günün birinde çekimkuvvetini yenemez hale gelip bu kez büzülecek miydi? Malum, belli bir hıza sahip olmayan roketler dünyanın çekim gücünü yenemezler ve atmosferi aşıp uzaya çıkamazlar, gerisin geri düşerler. Benzer bir etki evrensel ölçekte de yaşanacak mıydı? Ve bu varsayıma göre, evrenin genişlemesinin yavaşlamasını gerekiyordu. Bu yazdıklarım hep büyük spekülasyonlar ve büyük teorilerin konusu. Sayısız kitap, makale yazıldı, seminerler, sempozyumlar düzenlendi evrenin genişlemesi üzerine. Ama hep bir varsayım sabit kaldı: Çekim gücü etkili olduğu sürece evrenin genişlemesi bir yerde durmalıydı. Bu yıl Nobel Fizik Ödülünü kazanan Adam Riess, Brian Schmidt ve Saul Perlmutter, bütün bu varsayımları terse çeviren bir şey buldular: Evrenin genişleme hızı azalmak bir yana giderek artıyordu. Nobel komitesi ödülü bu buluşa verdi, ki çok büyük bir buluş gerçekten. Ama bu hızlanmanın ne sebeple olduğu sorusunun cevabı hâlâ bilinmiyor. Bu soruya cevap veren kişi ya da kişiler de muhtemelen Nobel kazanacaklar. Tabii, genişleme hızının neden arttığı meselesi de fevkalade spekülasyona açık bir mesele. Acaba çekim gücü sandığımız kadar güçlü değil mi? Acaba başka faktörler de giriyor mu devreye? Bilmediğimiz başka güçler mi var? Evrensel ölçekle ilgili sorulan bu soruların hemen hemen tamamının cevabı, aslında tek bir atomun içinde yatıyor. Ama biliyorsunuz, biz daha atomu ve onun meydana geliş biçimini de çözmeye, anlamaya çalışıyoruz bir yandan. İşte ‘Tanrı parçacığı’nı veya ‘Standart Model’i bu yüzden arıyoruz, ışıktan hızlı nötrinoların sırlarını bu yüzden çözmeye çalışıyoruz.
Yaratıcı yıkıcılığa güzel bir örnek, Nobel Kimya Ödülü
KİMYA, benim pek de hoşlandığım bir ders değildi lisede. Kendi sınıfıma bakıyorum da, pek hoşlanana da rastlamadım zaten öğrencilik hayatımda. Ama ne zaman ki, kimya ile fizik arasındaki akrabalık ilişkisini çözdüm, o zamandan beri, belli bir düzeyde kimyaya da ilgi gösteriyorum, kimi gelişmeleri izlemeye çalışıyorum. Çok basitçe anlatacak olursak, kendi vücudumuzdan tutun da etrafımızda gördüklerimize kadar bu evrendeki her şey atomlardan oluşuyor. Nasıl oluyor da o atomlar yanyana geliyor, maddeyi yaratıyor, işte bunu arayan bilime kimya deniyor. İlk olarak 1912 yılında bir Alman fizikçi olan Laue’nin gözlediği moleküller, yani birkaç atomun bir araya gelerek oluşturduğu maddeler üzerine koca bir model geliştirdi zaman içinde fizikçi ve kimyacılar. Burada meselenin özü kristallerdi. Moleküller aralarında boşluk kalmayacak biçimde bir araya geliyordu. Yerlerdeki kare şeklindeki yer döşemelerini veya bir satranç tahtasını ele alın. Her bir kare, dörtlü bir simetriyi temsil eder. Veya eşkenar üçgenleri düşünün. Üçlü simetridir bu da. Ve üçgenlerin bir araya gelmesiyle oluşan şekiller sonsuza kadar tekrar edebilir. Ama asla beşgen olmazdı bu. Daha doğrusu 1982 yılının Nisan ayının bir sabah vaktine kadar öyle düşünülürdü. Altıgen olurdu ama beşgen asla. Çünkü beşgenler yan yana geldiklerinde aralarında boşluklar olurdu ve oluşan biçim kendini tekrar edemezdi. Fakat 1982’de bir yıllığına ABD’de çalışmakta olan İsrailli kimyacı Dan Shechtman o nisan sabahı elektron mikroskobunda alüminyum oksit ve magneyyumoksitlere bakarken gözlerine inanamadı, çünkü gördüğü şekil beşli simetriydi, beşli ve onlu simetri daha doğrusu. Bu buluşunu paylaştığı meslektaşları onunla iki yıl alay ettiler, aralarına almadılar. Çünkü taa 1912’de oluşmuş model beşli simetriyi yasaklıyordu. Nihayet buluşunu kanıtladı Shechtman, makalesini yayınlayabildi. Ve 30 yıl kadar zaman geçtikten sonra da Nobel’ini aldı, kimyada kuralları altüst etmiş, bilinen modele karşı çıkmış, bir tabuyu yıkmıştı. Peki nasıl oluyordu beşli simetri? Burada bir şekil yayınlıyorum, sanat tarihi meraklılarının hiç de yabancısı olmadığı, bir süre önce de ünlü matematikçi ve fizikçi Roger Penrose tarafından matematiksel modellemesi de yapılmış olan, bu yüzden de literatürde ‘Penrose tiles’ adıyla bilinen şekillerden oluşan bir resim bu. Bakın bakalım size de tanıdık gelecek mi?