YENİ Meclis, önemli bir “ilk”e sahne oldu; daha açılmadan krize giren, hatta kilitlenen bir parlamento olma özelliğini kazandı.
Ülkenin çok gergin bir seçim kampanyasını geride bırakmasının ardından beliren normalleşme havası, YSK’nın BDP’li Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal etmesi, ardından İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin CHP’li Prof. Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay hakkında verdiği kararlarla birlikte yerini ciddi bir krize bırakmıştır.
Diyarbakır’daki mahkemenin tutuklu durumda iken milletvekili seçilen 6 BDP’linin serbest bırakılması talebine “ret” kararı vermesi halinde, kriz daha derinleşecektir. Bu mahkemenin BDP’lileri serbest bırakması halinde ise bu kez Prof. Haberal ve Balbay’la ilgili ret kararı boşlukta kalacaktır.
HUKUKİ TEZLER ANLAMINI YİTİRİNCE
Önce YSK kararıyla başlayalım. Sözün hükmünün bittiği, hangi hukuki gerekçe getirilirse getirilsin bunun bir anlam içermediği, inandırıcılık kazanamadığı bir noktadayız. Yargıtay’ın Hatip Dicle ile ilgili mahkûmiyet kararını 22 Mart’ta vermiş olmasına karşılık, kendisinin seçime katılmasına izin verilmesi, ardından milletvekilliğinin iptal edilmesi, bu yetmediği gibi kendisinin kazandığı sandalyenin bir başka partiye tahsis edilmesi konusunda toplum vicdanının ikna edilebilmesi mümkün değildir.
Karar, Türkiye’de hukukun üstünlüğüne inancı sarsmış, ayrıca TBMM’nin saygınlığına da zarar vermiştir. BDP milletvekilleri dün açıkladıkları kararı değiştirmedikleri ve önümüzdeki salı günü Meclis’ten içeri adım atmadıkları takdirde, ne yazık ki, TBMM’nin meşruiyeti üzerinde büyük bir gölge asılı duracaktır. Böyle bir Meclis, dış dünyanın gözünde seçme ve seçilme hakları gasp edildiği için Kürtlerin temsil edilemediği bir parlamento olarak algılanacaktır. Bu yönde bir algı, parlamentonun daha yola çıkarken başına gelebilecek en büyük talihsizliktir.
Daha vahimi, krizin çözümsüz kalması Türklerle Kürtlerin demokrasi zemininde barış içinde bir arada yaşamaları imkanını iyice zora sokarak, toplumsal barışı da tehlikeye atacaktır.
YSK kararının Avrupa’nın en üst hukuk normlarını temsil eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da tümüyle ters düştüğünü vurgulamalıyız. AİHM içtihadı ışığında bakıldığında, karar kaynağını halkın egemenliğinden alan seçme ve seçilme hakkının özünü zedeliyor.
YARATICI FORMÜLLER GEREKİYOR
Tartışmalı bir diğer durum, CHP listesinden seçilen Prof. Haberal ve Balbay’la ilgili kararda karşımıza çıkıyor. BDP’li Sebahat Tuncel’in 2007 yılında cezaevinde tutuklu iken seçimi kazandığı için serbest bırakılıp TBMM’ye girmesinin yarattığı emsal ortada iken, seçimi kazanan iki CHP’linin bu imkandan yoksun bırakılması açık bir çifte standart oluşturuyor. Burada getirilecek hukuki tezlerin inandırıcılık taşıyabilmesi güçtür.
Korkarız ki, iyi idare edilemediği takdirde hiç de arzu edilmeyecek yerlere yayılabilme potansiyelini taşıyan bir krize benziyor karşımızda gelişen hadiseler... Gelinen noktada yapılabilecek tek şey, yeni Meclis’in bu soruna olabilecek en ivedi şekilde bir çözüm bulmasıdır. Bunun için muhtemelen anayasa değişikliği de içerecek bir dizi yaratıcı formülün bulunması gerekecektir.
KAYBEDECEK ZAMAN YOK
Ama bu formüllerin bulunabilmesi için önce yaratıcılık gerektirmeyen ama sağduyunun, mantığın dayattığı bir adımın atılması şart. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun süratle bir araya gelip bu krizin nasıl aşılabileceği konusunda samimi bir irade sergilemeleri gerekiyor. Bu kadar ağır bir hasarın ortadan kaldırılabilmesi ancak hükümet ve ana muhalefetin el ele vermesiyle mümkün olabilir. Burada sergilenecek işbirliği demokrasi üzerine düşen gölgeyi silmekle kalmayacak, belki de önümüzdeki dönemde yeni bir sivil anayasanın hazırlanmasının da altyapısını hazırlayıp, bu sürecin önünü açacaktır.
Bu büyük buluşma için fazla zaman yok. Bu hafta sonu çözümün çerçevesi oluşturulabilirse, BDP milletvekillerinin TBMM’nin açılışına katılmalarının da önü açılabilir.
Aksini düşünmek parlamentonun çözüm üretemeyeceği bir sonucu kabullenmek anlamına gelir ki, hiç kimsenin demokraside böyle bir düşüncenin uç vermesine seyirci kalmak gibi bir lüksü olamaz.