BULUNDUĞU ortama mutlak ağırlığını koymak, gündemi kontrolü altında tutmak anlamında muazzam bir otoritesi vardı.
İpler hep onda olurdu.
Kişiliğinin çok belirgin bir parçası olan liderlik vasfını her durumda hissettirir, her şeyi o dikte ederdi. Bazen hiç soru soramadan, ağzınızı açma fırsatı bile bulamadan sadece onu dinleyip yanından ayrılırdınız.
Her seferinde muhataplarını bir konu üzerinde ikna etme çabası içinde olurdu. Bu haliyle tartışmaktan, yeni argümanlar bulmaktan bıkıp yorulmayan, sahneden hiç inmek istemeyen bir münazara heyeti başkanı gibiydi.
YÜKSEK HEDEFLER, BÜYÜK HAYALLER...
Hep yüksek hedefleri ve bu hedefleri sürükleyen büyük hayalleri vardı. Hayalleri bazen gerçekliğin sınırlarını zorlama noktasına kadar varabilir, hatta bazen bu eşiği geçtiği de olurdu. Siz “Bu kadar da olmaz” diye içinizden tepki verseniz de, o, atını son sürat süren bir süvari gibi doludizgin hayalinin peşinden gitmeye devam ederdi.
Hedefleri bazen kendi çapında küresel bir meydan okumaya dönüşebilirdi; 1996’da Başbakan olarak çıktığı Uzakdoğu seferinde Batı’nın dünyadaki teknolojik ve ekonomik üstünlüğüne son vermek üzere Müslüman ülkeler arasında D-8 örgütünün kurulması önerisini ortaya atması gibi...
Bu meydan okumanın gerisinde kuşkusuz bilinçaltında da kuvvetli bir yer tutan Batı dünyası ile hesaplaşma, Batı’yı alt etme düşüncesinin rolü inkâr edilemez. Sıra dışı bir zekâsı vardı. Bulunduğu ortamda zekâsıyla da üstünlüğünü hissettirirdi. Hiçbir görüşüne katılmasanız da, karşınızda bulduğunuz zekâdan biraz etkilenerek çıkardınız yanından. Zaten kendisi de hiç mütevazı değildi bu konuda; Radikal’den Ezgi Başaran’a verdiği mülakatta “Zekâ yaşımı hiç ölçtürmedim, çünkü benim zekâmı ölçmeye makine dayanmaz” demişti.
SİYASETTE MİZAH ÜSLUBU
Onun huzurunda bulunmanın her zaman için çok cazip bir tarafı vardı. Çok az Türk siyasetçisine nasip olan bir hasletle sıkça mizaha başvurur, komik benzetmeler yapar, en zor durumlarda olmadık esprili laflar üretip işin içinden çıkardı.
Kendisinin yanına girerken sizi muhakkak renkli bazı sürprizlerin beklediğini bilirdiniz. Bu, biraz insanları etkilemesinin de bir aracıydı.
Bir de en olmadık, duyulmadık birtakım lafları bulup çıkarmakta mahirdi. Bu laflar yanlış tespitler içerse de, siyasi literatüre yine de çarpıcı çıkışlar olarak geçerdi. Bir gün “gulu gulu dansı” der, ertesi gün “kadayıfın altının kızarmadığından” dem vururdu.
Renk, kendisinin rahle-i tedrisinden geçmiş siyasetçilere dönük eleştirilerinde de eksik olmazdı. Örneğin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a dokunduracaksa, “Biz dersimizi verirken bazıları arka kapıdan kaçıp bahçede futbol oynamış” sözleriyle öğrencisinin üzerinde hakkı olan bir başöğretmen konumuna geçebilirdi.
MÜCADELE AZMİ HER ŞEYİN ÖNÜNDE
Zaman zaman siyasi mücadelenin getirdiği bazı sert çıkışlarına karşılık, insani ilişkilerde nezaket ölçülerinden ödün vermeyen bir tarafı vardı. Siyasi hasımlarına, kendisiyle taban tabana zıt görüşe sahip olan insanlara içselleştirilmiş bir nezaketle yaklaşırdı. Bu yönüyle beyefendi bir insandı.
Kullandığı siyasi üsluba bakıldığında, “Kanlı mı kansız mı olacak görürsünüz” gibi bazı talihsiz istisnalar bir tarafa bırakılacak olursa, genel olarak köşeleri yumuşatılmış mutedil bir üslup kullandığını söyleyebiliriz. En azından 2011 yılında Türk siyasetine hâkim olan hiddetli üslubun uzağında biriydi.
Ve onun lügatinde pes etmek yoktu... Herhalde en önemli özelliklerinden biri, en büyük yenilgilerden sonra bile her seferinde azimle, inatla mücadeleye kaldığı yerden devam etmesiydi. Kurduğu partiler kapatıldığında, hiçbir zaman pes etmemiş, her seferinde sıfırdan başlamıştı. 12 Eylül’de yasaklandıktan sonra Refah Partisi’ni kurup 1995 seçiminde birinci parti yapıp başbakanlık koltuğuna oturabilmesinin gerisinde bu hırs vardı.
Ölümün kendisine en çok yaklaştığını hissettiği anda bile hastane odasında seçim hazırlığı için kurmaylarıyla toplandığına bakılırsa, mücadele azmi fiziksel gücündeki çöküşten hiç etkilenmemişti.
Hayatında ilk kez önceki gün pes etti, o da ölüme...