Yarım kalan hayatlar 16

COCA Cola’da gerçekleşen Yarım Kalan Hayatlar 16’da, beni şaşırtan insanlardan biri İbrahim Er’di.

Haberin Devamı

Kendisi Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürü. Ben onlar genelde sıkıcı insanlar olur zannederdim. Hiç değil. Esprili, gerçekten yenilikçi ve çok renkli. Hiç komplekse kapılmadan, küçükken kamyoncu olmak istediğini söyleyebiliyor. Hani daha havalı olsun diye pilot, astronot demiyor. Adam ne ise o. Ben 6 yaşında çocuğu olan bir anne olarak, ilköğretim genel müdürünün böyle biri olmasına sevindim.

Birçok yeniliğe öncü olmuş bir yönetici. Şimdi de Coca Cola Hayata Artı Vakfı ve Aktif Yaşam Derneği’yle iş birliği yaparak, “Çık Dışarıya Oynayalım” projesini okullara taşıyor. 1000 okulu kapsayacak fiziksel aktivite ve oyun konusunda, okullarındaki değişimin liderliğini yapıyor.

Tanıdığımı sevindiğim bir diğer insan da Profesör Haydar Demirel. Hem spor akademisi mezunu hem tıp fakültesi, spor hekimliğinde uzmanlaşmış. Toplarca bilimsel makalesi var. O size, saatlerce “inaktif” olmanın ne kadar fena bir şey olduğunu anlatabilir. Fakat insanı sıkmadan. Mesela lastik atlamanın önemine değinerek. O, eskiden oynadığımız, şimdiki çocukların, “Bu üç metre lastik de neyin nesi?” diyeceği, asla yüz vermeyeceği oyunun faydalarını anlata anlata bitiremiyor. Meğer kassal kuvvettin gelişmesi, metabolizma ve kemikler için mükemmel bir oyunmuş. Hocaya göre, hayatın altın anahtarı iskelet kaslarımıza iyi bakmak. Egzersiz sayesinde hastalıklara kapılmadan, hayattan keyif alarak yaşamak, büyük olasılıkla da uzun yaşamak mümkün...

MEB İLKÖĞRETİM GENEL MÜDÜRÜ İBRAHİM ER
1000 okulda Çık Dışarı Oynayalım projesi

Yarım kalan hayatlar 16

Türkiye’de ve dünyada beden eğitimi derslerine katılanların sayısı gittikçe azalıyor. Öğrenciler rapor alıyor. Biz, okul paydos olduktan sonra bir saat fiziksel aktivite ekledik. Evet, resim, sanat, müzik bunlar önemli ama fiziksel aktiviteyi artırmak, ders dışında günlük yaşamın içine sokmak gerekiyor...

Kendinizi hangi sıfatlarla tanımlarsınız?
Valla, ben biraz mükemmeliyetçiyim... 

Öyle bir söylediniz ki anladım ben, hayatı dar ediyorsunuz kendinize...
Sadece kendime olsa iyi, benimle çalışanlara da ediyorum! Böyle bir defom var. Elimde değil...

Sizin nasıl geçti çocukluğunuz? Aktif miydiniz?
Hem de nasıl. Rize’nin bir köyünde büyüdüm. Saçımı usturaya vurdursam, Birinci Dünya Savaşı başımda olmuş zannedersiniz. Çocukluğum, o kadar kalıcı izler bıraktı yani.

Siz ne olmak istiyordunuz küçükken?
Kamyon şoförü. (Kahkahalar...)

“Selvi Boylum Al Yazmalım”daki Kadir İnanır’a mı özendiniz?
Bizim köyde çok gemici vardı, uzak seferlere giderlerdi. Özendim işte. Onların anlattıkları hikayelere, gittikleri, gördüklere yerlere. Fakat tabii onlar bir çıkıyorlar sefere, 6 ay yoklar. Kamyonla gidersem, daha kısa zamanda dönerim diye düşünmüş olabilirim... (Yine kahkahalar.)

Eğitiminiz...
Eğitim fakültesi mezunuyum, köy öğretmeniyim aslında. Şanlıurfa’nın 40 km uzağında bir köye öğretmen olarak atandım. Ama sonra tekrar eğitim hayatına döndüm, yönetim ve teftiş okudum. 

İyi bir öğretmen miydiniz?
Öğrencilerim iyi bir öğretmen olduğumu söylerdi ama müdürlerim aynı kanaatte değildi.

Neden?
Çünkü çocukları özgür bırakıyordum. Aktivite mi yaptırıyorum, katılmak istemeyen, dışarı çıkabilirdi. Ben hep oyuna önem verdim. Okulun disiplinine halel getirecek şeyler değildi yaptıklarım ama daha esnek bir eğitim anlayışım var. Zorla güzelliğin olamayacağını düşünürüm. Etrafımda, ürken, korkan değil, mutlu öğrenciler görmek isterim.

Gelelim “Çık Dışarı Oynayalım” projesine. Fikir müthiş de, çocuklar hem at gibi bir sınav yarışına hazırlanacaklar hem de dışarı çıkıp oynayacaklar. Nasıl olacak bu?
Çocuğun, aktiviteye ayıracağı zaman var aslında. Seviye Belirleme Sınavı için söylüyorum. Sanıldığı gibi çok ciddi bir zaman ayırmak gerekmiyor. Sınıf içerisinde olup bitenleri takip ederse, sorumluluğunu da yerine getirirse başarabilir...

O kadar hafife almayın, kazanamayınca mutsuz oluyorlar...
OKS farklı. Orada program dışı da soruluyor, diğerinde sorulmuyor. Bizim için yetiştirmek istediğimiz gençlerin aktif olması çok önemli.

Çocukları bilgisayar başından kaldırıp nasıl seksek oynatacaksınız, oynarlar mı?
Fırsat sunulursa oynarlar, neden oynamasınlar?

Beden eğitimi saatleri fazlalaştırılamaz mı?
Şimdi bakın bu öyle bir mesele ki, herkes kendi saatinin arttırılmasını savunuyor, matematikçiler, Türkçeciler, fenciler, bedenciler... Bir de baktık ders saati 64’e çıkmış. Oysa ben mevcut 30 saatin 20’ye indirmesini istiyorum. Çünkü bence de oyun önemli. Allah’tan serbest zaman koyduk, o zaman diliminde hangi etkinliği yapmak istiyorlarsa yapacaklar...

PROFESÖR HAYDAR DEMİREL
Ölümü ve yaşamı belirleyen iskelet kasları

Aktif yaşam ne demek?
Hayatın her anında, günün her kesiminde, fiziksel aktiviteyi yaşamımıza dahil etmek. Mesela asansöre binmek yerine yürümek, tencereden yemeyi bir kerede yerine, mutfağa gidip kaşık kaşık almak. Bir sürü şey sayabilirim. Günümüzde artık aktif yaşamı, hayatımıza sokmak için bu tür bahaneler yaratmak gerekiyor. Ama bu kadarı yeterli değil tabii, haftanın her günü, orta şiddette, yarım saat egzersiz yapmak gerekiyor.

Aslında hepimiz hareketsiziz, öyle değil mi?
Evet öyle. Ben ölçmek için adım metre taktım. Üniversite içinde, bazı günler, sadece 750 adım attığım ortaya çıktı, durum vahim, çünkü günde 10 bin adım atmamız gerekiyor. Teknoloji gelişti ya, bütün dünyada var bu inaktivite sıkıntısı. Ben artık şu sonuca vardım: İnsanın ileri yaşlarda yaşamsal organlarında çok ciddi hasar yoksa -kuşkusuz kalbimiz bir miktar tekleyecek, beynimiz, böbreklerimiz fonksiyon kaybına uğrayacak ama- yaşam ve ölümü belirleyen iskelet kasları. Şu anda 60- 65 üstü insan nüfusu Türkiye’de yüzde 6 civarında. Ama OECD raporlarına göre 2050 yılında yüzde 16.5 ulaşacak. O yüzden çocuklarda şimdiden aktivite bilincini oluşturmamız, aktif bir yaşamı benimsemelerini sağlamamız gerekiyor. O zaman karlı da çıkacağız: Sağlık harcamalarını çok alt bir seviyeyi indireceğiz. Bir takım ölümleri azaltacağız. İlaç masraflarını kısacağız. Yaşamsal bir değeri de var yani.

Peki ne yapmalıyız?
İlkokularda oyunları yaygınlaştırmalıyız. İlla, herkesin sportif bir aktivite yapması gerekmiyor, dans olabilir, başka bir şey olabilir. Herkes neden hoşlanıyorsa, o ortamı oluşturmalıyız, bu bilinci, bu farkındalığı yaratmalıyız...

O Ayşe Arman ben değilim!

TELEFON çaldığında, “kaşları alınan kadın”dım.
İş-yazı-röportaj umurumda bile değildi.
Cevap vermek istemedim.
Çünkü “gece”ye hazırlanıyordum, “kadınsal faaliyetler”le meşguldüm.
O faaliyetler kutsal!
Biz kadınların böyle bir sorunu var, bacağındaki tüyü alırsın, kaşların uzar, onu alırsın, dip boyan gelir, onu halledersin, manikür pedikür derdi çıkar... Sürekli bir yerlerimizin kesilmesi, kırpılması, alınması filan gerekiyor. Aslında ben seviyorum bu ritüelleri, hoşuma gidiyor, çünkü bir başkası için hazırlansam da kendime ayırdığım bir zaman...
“Oh be ne rahatım!” derken...

Telefon hâlâ çalıyor...
Açmak istemiyorum...
O da ne! 312... Bu bir Ankara numarası... Kim arar beni Ankara’dan? Yeşile basıyorum ama sesimi çıkarmadan bekliyorum, karşımdaki konuşsun kendini belli etsin diye...
“Alo... Ayşe Arman’la mı görüşüyorum? Hürriyet yazarı Ayşe Arman...”
“Hayır, ben kaş aldıran ve geceye hazırlık yapan kadın” diyecek oluyorum, kendimi tutuyorum...
“Sağlık Bakanlığı’ndan arıyoruz... Ayşe Hanım siz misiniz?”
“Sağlık Bakanlığı mı? Hayırdır inşallah!”
“Sayın Bakanımız sizin görüşmek istiyor...”
Birden ter basıyor, suçluluk duyuyorum...
Bakan beni arıyor, ben kaş aldırıyorum!
Güzellik salonundaki kıza, elimle, durmasını rica ediyorum. Ağzında ve elinde ip öylece bana bakıyor. Telefondaki ses, “Ayşe Hanım... Sayın Bakanımızdan önce Basın Müşavirimiz Mine Tuncer’i bağlıyorum, önce o konuşacak, sonra sayın Bakan...” diyor.
“Peki...”
Filipinli kızlar, olağandışı bir şey olduğunu anlıyorlar, “Kim arıyor?” diye soruyorlar...
“Minister of Health...”
Panik içinde, “Bizim her türlü sertifikamız var!” diyorlar.
“Hayır hayır, sizin dükkanla ilgili değil...” diyorum.
O arada Mine Hanım konuşmaya başlıyor...
“Bu sabah olanlara çok üzüldüm” diyor.
Ben öyle bön bön duruyorum, çünkü bu sabah ne oldu bilmiyorum. “Allah’ım bir ağdaya, kaşa geldim, bir sürü şey olmuş memlekette, her şeyi kaçırdım!” diye perişan oluyorum. Mahcup bir şekilde, “Benim çok erken önemli bir yere gitmem gerekiyordu da bilmiyorum ne oldu” diyorum.
“171’den haberiniz yok mu?”
“Hayır.”
“Alo Sigara Bırakma hattı. Sabah aramışsınız, arkadaşlarımız sizi hatta biraz fazla bekletmişler, bir tartışma yaşanmış. Haklı olarak sinirlenmiş, bağırmışsınız... Bakın Ayşe Hanım, o hattın bu kadar rağbet göreceğini bilmiyorduk, arkadaşlarımız arayan herkese yardımcı olmaya çalışıyorlar ama yetişemiyorlar, sizi bekletmeleri bu yüzden...”
“Neeeeee?” diyorum, “Ben sigara içmiyorum ki, Alya’ya hamileyken bıraktım. O arayan, oradakilere bağıran ben değilim. Gerçi call center’lara sinir olmuşluğum vardır, arada ‘Benimle insan gibi konuşun makine gibi değil!’ diye çıldırıyorum ama bu sefer valla yapmadım. Sigarayı bırakmak isteyenlere böyle bir hizmet verdiğinizden bile haberim yoktu. Bakan Bey’i bağlamanıza gerek yok, sevgilerimi, saygılarımı iletin sadece...”
“Tamamdır Ayşe Hanım, sizi rahatsız ettiğimiz için üzgünüz...”

Telefonu kapatıp bir süre duruyorum...
Vay be diyorum, kadının teki benim adımı kullanarak bakanlığı arıyor ve patırdı kopartıyor, izahat vermek için Bakan arıyor!
Ben şaşırmayayım da kim şaşırsın... Apar topar kasaya parayı ödemeye gidiyorum...
Kızlar arkamdan koşuyorlar, “Durun, böyle gidemezsiniz! Sağ kaşınızı daha almadık!”
“Boş verin ya, ne kaşı!” diyorum, “Benim çalışmam lazım. Madem gazeteci olarak beni ciddiye alıyorlar, layık olmam lazım...”

Yazarın Tüm Yazıları