BİR yıl daha bitiyor. Giden bir yılın ardından bakıp, “Bu yıl bana neler kazandırdı, neler kaybettirdi” diye muhasebeciliğe soyunmak âdetten oldu.
Eskiden bu “yaşam muhasebesi”ne sinir olurdum. Hâlâ da pek hoşlandığım söylenemez. İnsan hayatı kesintisiz bir süreç, takvimde bir yaprak eksilince, yeni bir hayat başlamıyor çünkü. Bitmekte olan yılda beni üzen olaylardan biri de Jose Saramago’yu kaybetmek oldu. Bir daha o eşsiz üslupla yazılmış yeni bir şey okuyamayacağımı bilmek bir yana, çok sevdiğin bir yazarı kaybedince insan en yakın dostlarından birini kaybetmiş gibi de oluyor. Saramago, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra törenden çıkarken gazeteciler ona sormuşlardı: “Bu ödül sizin için ne anlam ifade ediyor?” Toprağı bol olsun, şöyle yanıtlamıştı: “Boşverin bunları. Hayatımda aldığım en önemli ödül Pilar’dır. Aslına bakılırsa en büyük devrim de aşktır!” Büyük devrimci, kendinden 28 yaş küçük gazeteci Pilar Del Rio’ya âşıktı ve son nefesini verirken başı Pilar’ın kollarının arasındaydı. Saramago, insanların bir köşeyi dönünce karşılarına çıkan birisine âşık olabileceğine inanmayanlardandı. Âşık olmanın o kadar kolay bir şey olmadığını söylüyordu. Bir insanın başına bunun bir defa gelebileceğini, gelince de kıymetinin bilinmesini öğütlüyordu. 2010 yılının ilk haftasında Kuzey Kutup Dairesi’ne bir yolculuk yaptım. Helsinki’den Rovaniemi isimli bir kente uçtum. Otelim kent dışındaydı. Otel ile kent arasında otomobil ile gidip gelirken, karlarla kaplı ormanların içinde, donmuş nehirler ve göllerin üzerinde Husky’lerin çektiği kızaklarla dolaşırken beni en çok etkileyen şey evlerin birbirine olan uzaklığıydı. Şöyle düşünün: Bir ev Yeşilköy’de, diğeri Bakırköy’de. Öbür komşunun evi Zeytinburnu’nda, onun en yakın komşusu da Eminönü’nde! Fin geleneklerine uyularak evlerin pencerelerinin önünde titrek ışıklarla yanan mumlara, perdelerin arasından hayal meyal yansıyan insan görüntülerine bakarken şunu düşündüm: Bu evlerde bir kadın ve bir erkek, dünyada başka kimseye ihtiyaç duymadan yaşıyorlar. Baudelaire, ruhun mutsuzluğunun başka şeylerden değil, kendisinden kaynaklandığını düşünürdü. “Nerede olursa olsun, yeter ki bu dünyanın dışında olsun” derken yeryüzünde olmanın insana vereceği acıya işaret ediyordu. O ıssızlık içinde evlere bakarken bu söz aklımdaydı. “Kendilerine dünyanın dışında bir yer bulmuşlar” diye düşündüm hep. Saramago, bir kitabını Pilar’a ithaf etmiş, şöyle yazmıştı: “Pilar, evim!” Bir insanın ruhunu temizleyip günlük meselelerin dışına çıkarabilecek şey öyle bir ev olmalı diye düşündüm. İçinde âşık olduğun bir kadın, başka kimseye ihtiyacın yok, ruhunu huzursuz edebilecek en yakın insan da kilometrelerce uzakta! Yaşanılan yeri ıssızlıktan kurtaran, içinde yaşanılan binayı bir şölen alanına çeviren şey budur diye düşünmüştüm. Yılın son gününü beklerken etrafı saran ışık cümbüşüne bakınca aklıma hep o ıssızlığın ortasındaki evler ve o evlerin içindeki büyük aşklar geldi. Elbette o evlerin içinde nelerin olup bittiğini bilmiyorum. Ama hayalimde böyle bir şey canlanıyor: Issızlığın ortasında bir ev ve içinde başka hiç kimseye ihtiyaç duymadan ruh huzurunu bulmuş, mutlu olmuş âşıklar! Bu aşkı bugüne kadar bulduysanız sizlere ne mutlu! Bulamamış olanlar için de yeni yıldan dileğim budur: Gerçek aşkı bulun ve bu dünyanın dışına çıkın! Orada sadece huzur ve sessizlik var!
Bu da sizlere yılbaşı hediyem
DAHA önce de yazmıştım. Bu yıl da Jacques Prevert’in bir şiirini armağan etmek istiyorum siz değerli okuyucularıma. Okuduğunuz zaman bunu neden sizlerle paylaşmak istediğimi anlayacaksınız, çok söz söylememe gerek yok. “Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı? Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz? Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız? Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız? Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç? Ve siz onu hiç kokladınız mı? Kaç kez kuşlara yem attınız? Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz? Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı? Çimlere uzandığınız oldu mu? Yayılın çimenlerin üzerine Acele edin Er veya geç Çimenler yayılacak üzerinize.”