20’li yaşlarının başında tanıdım. Onun Ayşe Abla’sıydım. Bir güzellik merkezinde çalışıyordu, lpg yaptığı bir sürü insandan biriydim. * Öyle olur biliyor musunuz... Hayatın içindeki gereksinimlerden, kuvvetli dostluklar doğar. Kuaförünüzle, manikürcünüzle, spor hocanızla pek bir yakınlaşırsınız. Belli aralıklarla sürekli görüyorsunuz, birbirinizin hayatını takip ediyorsunuz... Bize de öyle oldu. Dilek, benim yakın arkadaşımdı. Çok tatlı ve saf bir kızdı. * Bütün sırlarımı biliyordu. Ben de onun. Benim Ömer’im vardı. Onun Kerem’i. Uzun kahverengi saçlarını fönlettiğinde, yüzüne hafif bir pembelik oturduğunda bilirdim ki, iş çıkışı Kerem’e gidecek. O, körkütük aşıktı ama bence adam beş para etmezdi. Ailesinin, ablasının, annesinin sözünden çıkamayan, onların kendisine layık bulduğu kızla evlenmeye niyetlenen, şehirde her türlü haltı yiyip, evlenmek için köyden el değmemiş, gözü açılmamış kız getirecek tiplerden biriydi. Kişiliksiz, zayıf karakterli. Ama bunu Dilek’e anlatabilmek ne mümkün! Kızı küçümsüyordu, kendisiyle aynı seviyede olmadığını düşünüyordu, fakat bir taraftan da kızla kedi fare gibi oynamaktan asla vazgeçmedi. Her gün başka bir vukuat... O kötü adam, o kızı her gün üzüyordu... Kalbini bir kere daha, bir kere daha kırıyordu. * Bizim kız, o adamı hastalıklı bir şekilde seviyordu, marazi... Hayatta ne yazık ki “zaaf” denen bir şey var... Dilek onun bağımlısıydı, evine gider, temizler, bulaşığını yıkar, çamaşırını yıkar, hizmette kusur etmezdi. Bir gün yine eve gittiğinde, bir de ne görsün! Adam, başka bir kızla yatakta... İtiş, kakış, kavga, dövüş, adam ne yaptı etti, kızın kafasını yeniden çeldi. Bir sürü söz verdi, bizim saf Dilek her seferinde inandı, her seferinde kandırıldı. Üstüne gittim. Kırk kere “Bu adamı bırak!” dedim, “Bu adam sana iyi gelmiyor, adam değil çünkü, böyleleriyle bırak ilişkiyi, tuvalete bile gitmeyeceksin... Üzülürsün!” * Üzüldü. Çok üzüldü. Her gün üzüldü. Yıllar geçti, Dilek, Kerem’den geçemedi. Ben hayatımda iki kadın tanıdım böyle, herkesin fark ettiğini fark edemeyen, o tutulduğu adamın kendisine ne kadar zarar verdiğini görmeyen... Dilek onlardan biriydi... * Ve bir gün haber geldi: “Dilek kanser...” Nedense şaşırmadım. Tabii ki genetiktir, şudur budur, ama stresin, üzüntünün, bağışıklık sisteminin çökmesinin kesinlikle payı vardır... O adam, resmen Dilek’in hayatını kaydırdı. Kanser haberi geldikten sonra delirdim. İstedim ki adamın karşısına dikilip, “Sen ne aşağılık bir herifsin! Kızı sonunda kanser ettin! Hayatını elinden aldın, Allah belanı versin” diyeyim, yüreğimi soğutayım... Çalıştığı yeri taşlayayım istedim, camını kırayım... Arabasını çizeyim... Tokat atayım, sarsayım, canını yakayım... * Ve Dilek için zorlu bir dönem başladı. Bir sürü operasyon geçirdi. Önce bir memesi gitti... O incecik, gencecik, hayat dolu, sevgi dolu kız, bambaşka bir hale geldi... Ama yine de dirençliydi. Bir ara iyileşir gibi oldu. Meğer fırtınadan önceki sessizlikmiş. Sonra da kanserin sıçradığı haberi geldi. Yazın onu evinde ziyaret ettiğimde, o, Alya’ya kendi çocukluğundan kalma bebeklerinden birini hediye ederken annesi, “Son evreye girdi, artık kanser, beyninde” dedi, “Doktorlar üç ay ömür verdi. Süre bitti. Bekliyoruz...” Yani ölecekti... 30’unu bile görmeden... Pisi pisine... Hayatta üzülmeye değecek ne var ki? Beş para etmez bir adam için kanser olmanın manası ne ki? * Neşeli neşeli içeriden geldi. Artık bütün bedeni su toplamıştı. Sanki üzerine ölümün elbisesini giymişti. Gözlerindeki o ışık hâlâ insanı etkiliyordu ama... “Ayşe Abla, bilsen ne delilikler yaptım. Bazen şuurumu filan kaybediyorum, ben hatırlamıyorum ama hastaneden filan kaçmaya kalkmışım...” Ölümle oynadığı kovalamacayı tatlı bir maceraymış gibi anlatıyordu. Bir ara eğildi ve bana fısıldadı: “Her şeyi sorabilirsin, anlatırım...” dedi. “Sen şimdi merak ediyorsundur... Evet öleceğim ama zerre kadar korkmuyorum Ayşe Abla... Merak ediyorum oraları... Yeni bir dünyaya gideceğim, oraları gezeceğim... Buradan kötü olduğunu düşünüyoruz hep... Nereden biliyoruz ki, belki daha iyidir... Kimbilir neler yaşayacağım, kim bilir kimlerle karşılaşacağım... Ben bu yolculuğa hazırım... Sen benim için endişelenme...” Kendimi tutamadım sordum, “Kerem peki?” dedim. “Hastaneye geldi, hakkını helal et!” dedi. Yine kızdım adama! Bakar mısın, kızdan onu affetmesini istiyor ki, üzerinde yük kalmasın, vicdan olmasın, içi rahatlasın, ferahlasın... Bencil... Kız ölüp gidiyor, o hâlâ kendini düşünüyor! “Peki sen ne dedin?” diye sordum, sinirli sinirli... Güldü, “Ne diyeceğim, helal ettim hakkımı...” dedi. * Ama bilin ki ben etmiyorum! Bir gün o Kerem’in karşısına dikilip, geçen hafta aramızdan ayrılan Dilek’in hesabını soracağım. Ona, “Vicdanın hiç mi sızlamıyor şerefsiz?” diyeceğim.