Paylaş
İBN Haldun (1332-1406) tarihçiliğin; öykücülükten, nakilcilikten/aktarmacılıktan (fi zahirihi) yani yüzeysellikten kurtulması gerektiğine işaret etti. Olup bitenlerin nedenlerinin, içyüzlerinin araştırılmasını/incelenmesini (nazaran ve tahkikun) istedi. Ve “Mukaddime”yi böyle yazdı.
Akılcılığı öne çıkaran bu bakış açısıyla İbn Haldun, Batı’da tarih felsefesinin kurulmasına önayak oldu.
Bu girişten sonra yazı başlığımıza dönersek, yanıtını -nedenini arayacağımız- asıl soru hangisidir:
1) Türbanlı kızlarımızın üniversitelere girememesi mi;
2) İbrahim Tatlıses’in Urfa’da gideceği bir Oxford olmaması mı.
Bu iki soru birbirinden farklı gibi görünse de yanıtı aynı aslında.
Bu nedenle bin yıl önceye, İslam’ın altın yıllarına gitmemiz gerekiyor. Çünkü, Urfa’da Oxford olmamasının sebebi “türban” olabilir!..
İşte İbo’nun Oxford’u
1167’de “Tanrı ışığımdır” sloganıyla kurulan Oxford “üstatlarıyla” meşhurdu. Rektör R. Grosseteste (ö. 1253), M. Scott (ö. 1235), A. Neckham (ö. 1217), R. Bacon (1210-1270) gibi üstatların İslam bilimine, Müslüman düşünürlere yoğun ilgisi, kitaplarını tercümeleri İngiliz ampirizmini/deneyciliği doğurdu.
İbrahim Tatlıses’in hayran olduğu Oxford’un kuruluş temelinde İslam filozoflarının akla dayanan felsefesi vardı.
Aslında Tatlıses’in Oxford’a ihtiyacı yoktu; Urfa’da Oxford denkliğinde Edessa Akademisi’nde okuyabilirdi. Burada teoloji, felsefe ya da tıp bölümlerinden birini seçebilirdi.
Üstelik Edessa’nın tıp okulu dönemine göre hayli moderndi; cüzam hastanesi bile vardı.
Edessa’daki âlimler, 7’nci yüzyıldan 11’inci yüzyıla kadar nice öğrenciler yetiştirdi.
Diyelim ki İbrahim Tatlıses bu okulu beğenmedi; şehrindeki Harran Okulu’na gidebilirdi. Bu dönemin en kaliteli okulunda; fıkıh, hadis, kelam, tefsir, felsefe, tarih ve edebiyat gibi bölümlerden birini seçebilirdi.
Öğretmenleri de değerliydi; örneğin II. Mervan (744-750) döneminde İskenderiye Okulu’nun hocalarından bir bölümü buraya getirtildi.
Yani İbrahim Tatlıses Urfa’da hayli iyi okullarda öğrenim görebilirdi.
Ama olmadı.
13’üncü yüzyıl başına kadar altın çağını yaşan akli (pozitif) bilimlerin İslam coğrafyasında düşünsel gelişimi durdu/durduruldu.
Peki niye?
İbrahim Tatlıses’in okuyacağı okullar neden kapatıldı?
Evet, bunun “türban” ile ilgisi var mıydı?
İslam’ın büyük devrimi
Oysa her şey ne güzel başlamıştı...
Yunan ve Latin kültürü çökerken, İslam, 6’ncı yüzyılda Arap yarımadasında olağanüstü bir devrim yaptı.
Bu feodal devrim, düşünsel ve bilimsel gelişmelere kaynak oldu. Üretim teknikleri ve üretici güçlerde büyük değişim yaşandı.
Bu durum, siyasi birliktelik, merkezi otoritenin oluşması, kurumlaşma, ticaretin gelişmesi, kentleşme, ulaşım, silahlanma, teknoloji, sosyal düzenlemeler gibi atılımların yolunu açtı. Edebiyat-sanat bunun dışında değildi.
Müslümanlar, İslam dinamizmiyle kısa zamanda büyük fetihlere çıktı. Roma ve Bizans zulmünden kaçan halklar kurtuluşu, “eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik”, “adalet” vaat eden İslam’da buldu. Kimi ise cizye vermemek için Müslüman oldu. İslam nüfusu büyüdü. İktidar maddi zenginliğe kavuştu.
İslam coğrafyası düşünsel bir zenginlik de yaşıyordu.
Müslüman âlimler ardı ardına buluşlar gerçekleştiriyordu. Batı ortaçağını yaşarken Doğu’da erken Rönesans rüzgârları esiyordu.
Ancak bu süreç dört asır sürdü.
İktidarı elinde tutan Arapların “öteki halkları” küçümseyen tavrı, toplumsal sınıfların isteklerine yanıt vermemesi, onları refaha ortak etmemesi, yani zenginliği paylaşmak istememesi sorunlar çıkardı. Bunlara bir de Moğol istilası eklenince, Arap yönetimi, yoksul mazlumları baskı altında tutmak için sertleşti, gericileşti. “Zararlı düşünceyle” yani kuşkuculukla mücadeleye başladı. Hz. Muhammed’in, “Bilim adamlarının mürekkebi şehitlerin kanından daha kıymetlidir” sözü unutuldu/unutturuldu.
Aydınlanma döneminde bir Müslüman’ın düzeyi sahip olduğu kitapla ölçülürdü. 9’uncu yüzyılda Bağdat’ta 100’den fazla halka açık kütüphane vardı. Küçücük Necef kenti 40 bin ciltlik kütüphanesiyle gurur duyuyordu.
Oysa şimdi bilim adamları, kitaplar, kütüphaneler, ilim merkezleri inancı sarsacak kötülüğün kaynağıydı.
Yani, taassup kazandı.
Yenen: Gazali Yenilen: İbni Sina
13’üncü yüzyıl başında İslam aydınlığı çöktü.
İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi, dogmatizme önderlik eden Eş’ari-Gazali düşüncesine yenildi.
“Evrenin sonsuz” olduğunu yazan, “Allah’ın yüceliğinin doğanın her alanında keşfedilmesi gerektiğini” belirten ve “bilginin ilk şartının şüphe” olduğunu dile getiren Bağdat merkezli Mutezile yenildi.
Akli ilimler karşısına nakli ilimler (dinsel bilimler) ile çıkan Eş’arilik kazandı. Onlara göre akıl, hedef alınan mutlak hakikate ulaşmakta yetersizdi; aklın yerini sezgi, gönül almalıydı.
Böylece...
İnanç ile aklı uzlaştırmak isteyenlere, vahyin akla uygunluğunu arayanlara kâfir denmeye başlandı.
Ömer Hayyam gibi düşünürler bile Müslüman olduğunu ispat için, çalışmalarını bırakıp hacca gitti. Gerçeğin peşinden koşan İbn-i Rüşd bir eve hapsedilip gözetim altında tutuldu.
Ayrıntıya girmeyeyim:
Sonuçta Doğu, “aklını” kaybetti; aydınını katletti ve -Samir Amin’in deyişiyle- kuşkuculuğun yerini Hinduculuktan esinlenen çilecilik aldı.
Koskoca İslam coğrafyası, rasyonel düşünceden kopan, bilgiyi aramayan ve zaten bilginin ne işe yaradığını anlamayan, basit yorumlarla yetinen, kaba biçimsel kalıplara boyun eğen, cahiliye dönemi inançlarını sürdüren hoşgörüsüz tutucuların elinde kaldı.
Ne yazık ki İslam, salt dinsel kaynaklara dayalı toplumsal düzenlemelerin esiri oldu. Düşünceye, bilime düşman katı din adamları ve onların koruyucu iktidarları yüzünden İslam feodalizm bataklığına saplanıp kaldı.
Batı ise Müslüman âlimlerden öğrendiğini hayata geçirdi; inanç ile bilgi arasına kesin bir ayrım koydu; kuşkuculuğun, çeşitliliğin, açık görüşün ve tartışmanın hoş görüldüğü Rönesans’ı kurdu. Kapitalist gelişmeye ilk adımı attı.
Akıl-inanç tartışmasında kaybeden Urfa’da İbrahim Tatlıses’in okulları oldu. Urfa’daki öğrenim şeyhlere-şıhlara bırakıldı.
İbrahim Tatlıses bırakın okumayı, mağarada yaşamaya mahkûm edildi.
İbrahim Tatlıses’i mağaraya mahkûm eden anlayış dogmatizm idi.
Oysa İbn Haldun 600 yıl önce diyor ki:
“Devlet düzeni dinsel kurallara dayanmak zorunda değildir.”
Benim demem o ki:
Türban teferruattır, önemli olan müfredattır.
İSLAM COĞRAFYASINDAN AKLI-BİLİMİ KİM KOVDU
UYGARLIK, eski Yunan/Grek mucizesi mi?
Avrupa merkezli anlayışa göre, bilimin temeli eski Yunan’da atıldı ve 16’ncı yüzyıldan sonra Avrupa’da doruğa çıktı.
Hayır, bu Batı’nın Doğu’yu dikkate almayan -bilim dışı- hurafesidir.
Sümer, Babil, Asur, Mısır, Hint, Çin, Türk, Arap vb. kültürlerin uygarlığa hiçbir katkısı olmadı mı?
Olur mu öyle şey; biliyoruz ki, uygarlık binlerce yıllık bir süreç sonucu bin bir kaynaktan beslenerek gerçekleşir. Batı uygarlığının temelinde nasıl eski Yunan varsa Doğu da vardır.
Örneğin İslam’ın uygarlığa katkıları görmezlikten gelinerek tarih yazılabilir mi?
Bağdat, Endülüs, Sicilya, Şam, Semerkand, Horasan, Kahire, Herat gibi İslam’ın bilim merkezleri inkâr edilebilir mi? Bilimsel ve teknolojik birçok buluş, keşif buradan Batı’ya gitmemiş midir?
El Kindi (801?-866?), Razi (865-925), Farabi (870-950), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274) ve yüzlerce Müslüman düşün adamı/filozof nasıl görmemezlikten gelinebilir?
Batılılar, Eflatun’u bile Müslümanlardan öğrenmediler mi? Eski Yunan bilimini yeniden düşünen ve ona özgün katkılar yapan Müslüman âlimler yok sayılabilir mi?
Rönesans ortalarına kadar Avrupa’da yazılmış bütün aritmetik kitaplarının kaynağı Harezmi’nin (780-850) “Hesab-ı Hindi”si değil mi?
Ondalık kesirler sistemini Gıyaseddin Cemşid’den (1380-1437) öğrenmediler mi?
Trigonometriyi bütün esaslarıyla Ebu’l Vefa Buzcani (940-998) yeniden kurmadı mı?
Matematikte devrim yaratan “sıfır”ı 976’da Muhammed bin Ahmed keşfetmedi mi?
Örnekler bu sayfaya sığmaz.
Batı, simyadan bilimsel kimyaya geçilmesini Müslümanlara borçludur. Evrim düşüncesini, modern optiğin ilk tohumlarını İbn-i Heysem’in (957-1029) attığı gerçeğinin üstünü örtemezler.
Biz hâlâ tartışmasını yapıyoruz; “alkool” sözcüğü bile Doğu’dan Batı dillerine geçti. Sadece bir tek sözcük değil dillerine geçen; kimya, cebir, ziraat, botanik, narenç, zafran, suda, kutun, nilüfer, şerap ve yüzlercesi...
Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat ve cıvanın üretimini kim buldu?
Çeliğe ilk su veren Müslümanlar değil miydi?
Katarakt, çiçek ve kızamık hastalığını ilk kez Müslüman âlimlerden okudular; cerrahi müdahalelerde uyuşturucu kullanmayı, yüksek ateşi soğuk su banyosuyla düşürmeyi, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemlerini Müslüman tıp adamlarından öğrendiler.
Bugün sıklıkla dile getirilen, “insan bedeninin doğal iyileştirici yeteneğini” ilk keşfedenler de Müslüman tıp adamları değil miydi? İçi delik iğneyi 1256’da Al Mahusen’in bulduğu gerçeği reddedilebilir mi?
Şam’da 1298’de ölen İbn-i Al Nafis, Portekizli Servet’e atfedilen kan dolaşımı sistemini ondan 300 yıl önce keşfetti.
Modern sosyolojinin kuruluş yolunu İbn-i Haldun açmamış mıdır?
Kâğıt daha Avrupa’ya girmeden Semerkand’da kâğıt fabrikası vardı.
Yazıyorlar, matbaayı Gutenberg bulmuş! Matbaayı Çinliler buldu, Türkler aracılığıyla Araplara geçtikten sonra Avrupa’ya gitti. Gutenberg sadece harfleri ayrı ayrı oymayı başardı! Güya pusulayı da G. d’Amalfi icat etmişti. Pusula da aynen matbaanın izlediği seyirle Batı’ya ulaştı.
Taberi’siz (839-922), Mesudi’siz (ö 956), İbn-i Miskeyf’siz (ö 1030) tarih yazılırsa ancak bu kadar yazılabiliyor demek ki!
Bizans dönemin en büyük kütüphanesi İskenderiye Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler açıldı.
Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerinde Muhiddin Arabi’nin etkisi yadsınabilir mi? “Binbir Gece Masalları”nın Batılı yazarlar üzerindeki etkisinden bahsetmeye gerek var mı?
Çok övündükleri klasik müziğin sol anahtarı ve beş hatlı notayı bile ilk Müslümanlar kullandı.
Doğru dürüst su kanalları bile yapamıyorlardı; tarım tekniklerini El Avam’ın “Kitab-ül-hulase”den okuduklarını bilmiyor muyuz?
Kristof Kolomb’un 1498’de Haiti’den yazdığı mektuba göre, Amerika’nın keşfi İbn-i Rüşd’ün kaydettiği bilgiler sayesinde gerçekleşti.
Uluğ Bey’in hazırladığı dünya haritasının kâşif kaptanlara rehberlik ettiğini bilmeyen mi var?
Uzatmaya gerek yok.
Soru şudur:
8-12. yüzyıl arasında altın çağını yaşayan İslam aydınlığını kimler, neden, nasıl söndürdü?
Televizyonlarda “özgürlük sorunu” olarak ele alınan türban tartışmalarını izlerken kafamda hep bu soru vardı.
Paylaş