Sevgili babacığım, İlhan Abi öldü

SEVGİLİ babacığım;

Bu sabah Paris’teyim.
Küçük bir otel odasındayım.
Ruhum, Cesare Pavese’nin son gününü geçirdiği oda kadar daralmış; üç beş damla gözyaşıyla sırılsıklam olacak bir mendil içi kadar kalmış.
Gözümün önünde mezar taşına kendi ellerimle, övünerek, gururla yazdırdığım o üç kelime duruyor.
“Matbaacı Şükrü Özkök.”
Dul babaanneme ve iki kardeşine bakmak için, ilkokul ikinci sınıftan ayrılıp da, mezar taşına “Matbaacı” yazdırmanın o olağanüstü hayat bilgisi dersini ezberliyorum.
Seninle iftihar ediyorum.
Ve burada, bu pencerede seni çok özlüyorum sevgili babacığım.
¡ ¡ ¡
Dün sabah İlhan Abi’yi kaybettik.
20’nci yüzyılda Ziverbeyler’den sağ salim, başı dimdik çıktı, gururu iki ayağının üzerinde heykel gibi duruyordu.
Zıvır beylerinkine katlanamadı.
Başı yine dimdikti, ama gururu dayanamadı.
¡ ¡ ¡
Sevgili babacığım hatırlıyor musun, o gün bana neler demiştin?
1965 yılının Eylül ayıydı.
Ben Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanmıştım.
Bir de o yıl öğrenime açılan ve kimsenin ne olduğunu bilmediği Basın Yayın Yüksek Okulu’nun listesinde adım vardı.
Herkese danışmıştım.
Herkes “Tabii ki Siyasal Bilgiler” demişti.
Herkesin gönlünde o efsane “Mülkiye” vardı.
Sen; bir tek sen bana “Basın Yayın’a git” demiştin.
“Neden baba?” dediğimde beni hayretler içinde bırakmıştın.
“Bak oğlum” demiştin.
“Ben Demokrat Partiliyim. Komünistlere kızarım. Ama gizli gizli bu İlhan Selçuk’u ve Çetin Altan’ı okuyorum. Yazdıklarını çok beğeniyorum ama bir türlü söyleyemiyorum. Biz Bulgaristan’dan göç ettik. Ailemizde tanınmış tek kişi yok. Basın Yayın’a git. Belki sen de onlar gibi şöhretli bir yazar olursun.”
Bir tek sen böyle demiştin, bir de benim gönlüm.
İşte böyle sevgili İlhan Abi.
Kader beni, kulağıma senin ismini fısıldayarak bu mesleğe çağırdı.
Sonra seni tanıdım.
Kim bilir kaç defa, babam gibi seni hayranlıkla izledim.
Sen bazen bana kızdın, ben sana kızmaya kıyamadım.
Biliyorum, aynı insanlar değildik.
Bizler dönüp dolaşan “Mine vagandi”ler; nerede ne zaman patlayacağı belli olmayan serseri mayınlardık.
Sense kayığını Cumhuriyet limanına sımsıkı demirlemiş, transatlantiklere kafa tutan adam.
Filikalarla üzerine geldiler; biliyorum sana hakaretti.
¡ ¡ ¡
Hepimiz biliyoruz, onlar da biliyor.
Ziverbey’in geceleri bir şey değildi ama zıvarbeydeki o öteki üç meşum gece var ya, işte onu içine sindiremedin.
Askerin darbesi yıkamadı da, sivilinkine şerbetli değildin.
Aklın dayansa, gururun dayanamazdı.
İyi yaptın İlhan Abi.
Tam zamanında yaptın.
Gururunu samuray kılıcı gibi kalbine saplayarak çekip gitmek; işte sana bu yakışırdı.
Tarihe 100 numara olarak geçmektense; alnına yapıştırılmış “1 Numara” ile ölmeye yatmak, gurur kılıcını kendine saplamak şerefli bir ölümdür.
İlhan Abi; sen bırak o faso fiso “1 Numara”yı...
Sen onların değil, bizim “1 Numara”mızsın.
“1 numaralı gazeteci...”
Ne diyordu Turgut Uyar:
“Bazen kalkıp gitmek iyidir...”
Pavese, o gece o küçük otel odasında ne diyordu?
“Ey sen, acı. peki sonra? bütün gerekli olan cesaret. sözler değil. eylem. artık yazmayacağım. bunlar son sözleridir yazarın.”
¡ ¡ ¡
İşte böyledir İlhan Selçuk’un ölümü.
Sevsen, hayran olsan da böyledir.
Kızsan, ifrit olsan da.
Fikrine katılsan da, katılmasan da.
Bir samuraydı, samuray gibi öldü.
Ve böyle bir ölüm, her Allah’ın kuluna nasip olmaz.
Hele vicdansızlara... Asla...
Yazarın Tüm Yazıları