Hayatımda gördüğüm en güzel yer

SADECE Vietnam’da değil...

Yeryüzünde şimdiye kadar gördüğüm en güzel yer.
İnsanın inanamayacağı ve kolay kolay anlatamayacağı bir güzellik...
Kalbim “güm güm güm” atarken...
Kal geliyor bana...
Bir süre duruyorum öylece.
Sevgilimin elini daha sıkı tutuyorum.
“Sen de görüyor musun benim gördüğümü!” dercesine, onay istercesine...
“Evet” diyor en sakin haliyle, “Gerçekten güzel...”
Ve sizi temin ederim, sevgilim bir şeye güzel diyorsa, bilin ki o şahanedir.
O benim gibi değildir, abartmaz.
O da âşık oldu Halong Bay’e.
Hayatımda gördüğüm en güzel yer
Bu ismi ezberleyin.
Halong Bay.
Bir gün, punduna getirip mutlaka gidin. Ve sevgiliyle gidin. Ya da “daimi metres”inizle...
Bu lafı, bu pazar röportajını okuyacağınız kadından çaldım.
O, birlikte olduğu adamın “daimi metres”i.
Ben de öyle olmak istiyorum.
¡
Vietnam’ın kuzeyinde, suyun içinde bir ejderha yatıyor. Gökten düşmüş bir ejderha... Efsane öyle diyor.
Gerçekten de tepeden, uçaktan bakınca, o 1600 küçük adacık ve kaya parçası, ejderhanın suyun üzerinde kalan kıvrımlarını andırıyor.
Hele bir de sis basınca...
Daha da etkili oluyor...
Görüntünün üzerine ‘tik’le biten sıfatlar üşüşüyor, estetik, gotik, sarkastik...
İnsanın nefesi kesiliyor.
Sanki ölmüşsün de, yeniden dirilmişsin gibi...
Gri bir deniz.
Ve biz, ahşap bir tekneyle ilerliyoruz
Sessizlik müthiş... Hüzün müthiş...
Teknemiz bütün o adacıkların arasından ilerliyor.
Ve ilerledikçe, sanki önümüzde perdeler açılıyor.
UNESCO, 94’te burayı “Dünya Mirasları” listesine almış.
Burada, Halong Bay’de bizim Mavi Yolculuk’ların başka bir versiyonu yapılıyor.
Dışı köhne, içi konforlu teknelerle, adalar arasında geziyorsunuz...
Teknenin güvertesinde biz şarabımızı içerken, Alya resim yapıyor...
Akşam, beyaz örtülü masalarda yemek yiyoruz... Gece istersek dev ekranda film oynatıyorlar.
Müthiş bir yavaşlık... Sakinlik... Duruluk... Dinginlik hâkim...
Doğa, Alya, sevgilim ve ben...
Başka hiçbir şey yok.
Hayatımda gördüğüm en güzel yer
Sabah heyecanla uyanıyoruz.
Kanoyla bir balıkçı köyüne gideceğiz.Köy deyince sakın yanılıp da, kara parçası üzerinde bir yer zannetmeyin. Köy, denizin üstünde.
Evler, karaya iple bağlanmış durumda.
Ve “anakara”ya 2 gün mesafede. Anlayacağınız, denizin orta yerinde.
Toplam 700 kişi yaşıyor.
Evet görüntü çok güzel ama muazzam bir sefalet. Yan yana yüzen minyatür tek odalı, ahşap ve teneke karışımı, kutu mu ev mi belli olmayan yüzen şeyler. Bir tane okul var, bir tane de market, üzerinde de tabelası. Zaman durmuş orada.
Her şeyden kopuk yaşayan bu insanlar, bizi görünce büyük tezahürat yapıyorlar, denizden çıkardıkları böcekleri ya da biriktirdikleri kabukları satmak istiyorlar. Alıyoruz. Onlarla sohbet ediyoruz.
Ben bir sanatçıya dönüyorum!
Mükemmel fotoğraflar çekiyorum.
Allah’ım ne kadar mutluyum, sinirleri alınmış bir kadınım!
Rehberimiz anlatıyor.
Aynı zamanda felsefe yapıyor.
“Bu balıkçıların sadece paraları değil, hiçbir şeyleri yok. Minimum şartlarda, son derece basit ve sıkıntısı olmayan bir hayat yaşıyorlar. Belki de sır bu: Hayat, karmaşıklaştıkça zorlaşıyor. Ne kadar basit, o kadar huzurlu... Onlar, o gün balık tutuyorlar, satıyorlar, karınlarını doyuruyorlar, yarını, yarın düşünüyorlar.”
Tabii benimki, “şehirli kafa”... “Karaya gidip iş bulmak, daha iyi şartlarda yaşamak, daha fazla para kazanmak filan isteyenler yok mu” diyorum.
“Yok” diyor rehber, “Zaten isteseler de bulamazlar. Onları teknelere bulaşıkçı olarak bile almazlar!”
“Niye?”
“E çünkü hayatta tek bildikleri şey, balık tutmak. Başka hiçbir iş gelmiyor ellerinden. Arada bu köyü terk edenler oluyor ama hep geri dönmek zorunda kalıyorlar. 9 yaşına kadar eğitim alıyorlar, sonrası da yok. Onlar bizim bildiğimiz bir sürü şeyi bilmiyorlar. Ama katiyen mutsuz değiller!”
“Peki hastalandıkları zaman ne yapıyorlar” diyorum.
“Hastalık?”
Ben başlıyorum saymaya...
“Kanser? Kalp? Beyin kanaması? Prostat? Apandisit patlaması... Nasıl yetişir ki insan, iki günlük mesafeden...”
“Hastalanmıyorlar ki!” diyor, “Belki de stres olmadığı için. Belki de sağlıklı beslendikleri için. Sadece balık, sebze ve meyve yiyorlar. Çok fazla da yemiyorlar zaten. Gerginlik yok. Düşünmelerini gerektirecek bir şey yok. Buradakiler, 100 küsur yaşına kadar yaşıyor...”
Ağzım açık kalıyor.
İnsan, acısın mı, özensin mi bilemiyor.
Hayatımda gördüğüm en güzel yer
Kanoyla, teknemize geri dönüyoruz. Alya, babasıyla aynı kanoda olduğu için çok mutlu.
Ben de onların şahane fotoğraflarını çektiğim için...
Bana su geçirmez bir torba veriyorlar, kürek çekerken fotoğraf makinemi onun içine kucağıma koyuyorum.
Çok güzel bir gündü.
Benden şanslısı yok!
Kanodan tekneye geçerken, o değerli varlığımı, yani su geçirmez torbayı içindeki fotoğraf makinemi görevliye uzatıyorum.
İşte o anda...
Hayatta olmayacak bir şey oluyor... Adam, beni tekneye çıkarma paniğinden o torbayı ters çeviriyor...
Aman Allah’ım!
Benim makine, göz göre göre suya gidiyor. Önce havada gördüm, sonra suyun yüzeyinde, sonra da süzüle süzüle indi aşağıya...
Bütün Vietnam seyahati boyunca çektiğim fotoğraflar...
O güzelim kareler... Hapsettiğim anlar... Kahkahalar, sarılmalar, gülüşmeler... Özene bezene biriktirdiğim her şey... Suyun derinliklerine gömülüyor...
Deliriyorum tabii!
“Atla” diyorum Türkçe, “Atla...”
Anlamıyor tabii...
Çöküyorum, bitiyorum. Hiç kimseye bir şey söylemeden, odaya gidiyorum, yatakta tavana bakarak ağlamaya başlıyorum. Nasıl içime oturuyor anlatamam.
Alya, “Üzülme anne” diyor, “Denizkızı Ariel makineni bulur, fotoğraflarımıza bakar, sonra da Dubai’ye bize getirir...”
Sevgilim gelip beni öpüyor...
“Sana şarap değil, sek bir votka iyi gelir şu anda” diyor. Hep birlikte güverteye çıkıyoruz.
Alya, en konsantre olmuş haliyle, minik dili dışarıda, yere oturmuş, günün anlam ve önemini resmediyor. Denizkızı Ariel’i suyun altında bizim fotoğraflara bakarken çiziyor...
Biz de votkamızı içiyoruz, sevgilim benim makineyi düşürdüğüm andaki taklidimi yapıyor. Önce kızıyorum, sonra gülüyorum.
Tekne, sisler içinde ilerliyor.
Yazarın Tüm Yazıları