Paylaş
Gülseren Hanım’la nasıl tanıştınız?
- Lülüş’le mi?
Öyle mi derdiniz ona...
- Evet, o benim Lülüş’ümdü. 48 senesinde Hukuk Fakültesi’nin kantininde tanıştık. Veronica Lake’e benzeyen bir kız. Tuhaf, sıra dışı bir güzellik. Ortakbir arkadaşımız tanıştırdı.
İnanılmaz tanıdık biri çıktı. Neyle mi tanıdık? Okuyup yazdıklarıyla. 48 senesi ve Sartre hakkında fikir sahibi. Sartre’la Camus’nün farkını tartışabildiğim biri. İki farklı cinstenmişiz gibi değil, çok iyi arkadaşız. Birlikte yüzmeye gidiyoruz, baktım bir gün Ahmet İhsan Tokgöz yazan sarı zarflardan bir sandviç çıkardı. Ahmet İhsan Tokgöz de Serveti Fünun edebiyatını başlatan adam. O tarihte ölmüş tabii. Gözüm zarfa takıldı, “Nereden çıktı bu zarf?” dedim. “Ha o mu? Matbaadan kalma” dedi. “Ne matbaası?” dedim. “Dedemin matbaası” dedi. “Kim yahu senin deden?” dedim. “Ahmet İhsan Tokgöz” demesin mi? Bu kadar kitap bilgisi, kütüphane demek oradan geliyor. O daha avantajlıydı bana göre, ben Tapu Müdürü Ruhi Bey’in oğluyum.
Onu etkilemek için neler yaptınız?
- Küçük Sahne yeni açılmıştı. İlk piyes de, “Fareler ve İnsanlar”. Seyretmeye gittik, çok sevdi. Sevmeseydi, işler değişebilirdi. Tabii o zamanlar farkında değildim, ben neyi beğenirsem, Lülüş de onu beğenirdi. Aynı şeylerdi ilgimizi çeken.
Sizi mutlu etmek için mi?
-Allah bilir. Bir şeyi beni mutlu etmek için mi yapıyor, yoksa kendisi de sevdiği için mi, hiçbir zaman çözemedim.
Başkaları için mi yaşardı?
- Her zaman.
Siz daha mı bencilsiniz?
- Oooooo. Ne diyorsun? Tabii ki. Lülüş herkesle herkesin arasını yapmaya çalışırdı, herkes ve her şey iyi olsun diye kendini parçalardı.
Onun bu özelliğinden şikayet eder gibi bir haliniz var...
- Evet, çünkü kendini çok yordu. Biraz da kendisi için yaşamalıydı. Önce iki çocuk, sonra torunlar...
Onsuz yapamayacağınızı ilk ne zaman hissetiniz?
- 5 yıl sadece arkadaştık. O arada ben onu küstürdüm. Küsmek de bir adamın karakterini meydana çıkarır. Ben, bana küsülünce de küsünce de inat ederim, yelkenleri indirmem. O ise kimse küs kalsın istemez, herkesi barıştırır, fevkalâde vazifeli hisseder kendini. Başka dünyadan gelmişti sanki. Onunla tanışmamış olsam, Zihni Küçümen’le Fransa’ya gidecektik, o psikoloji okuyacaktı, ben sosyoloji ve ben evlilik karşıtıydım. Ama işte birden kendimi o havanın içinde buluverdim.
Gülseren Hanım mı istedi evliliği?
- Yok hayır! O kimseden bir şey istemez ki. Böyle bir tabiatı yok.
E peki izdivaç nasıl oldu?
- 51 yılbaşı gecesi Emirgan’da bir arkadaşın evindeyiz. Bazı kızlarla birlikte... Gülseren yok yani. İçime bir sıkıntı bastı, aşağı indim, Lülüş’e telefon ettim. Dedim ki “Lülüş?”, “Efendim?” dedi, “Sen bana varır mısın?”, “Varırım” dedi. “Tamam o halde, iyi seneler!” dedim, telefonu kapattım. Bir daha da bu meseleyi konuşmadık.
Peki babasından istemediniz mi?
- O ayrı bir tantana. Sert bir adam, tıp hocası, asker, yanına zor sokulursun, üstelik o dönem Tabipler Odası Başkanı. Babam, “Evladım” dedi, “Senin ağzın benden daha çok laf yapar, sen ilk konuşmaları yap, sonra biz de protokol icabı isteriz.” Ben 7 hafta boyunca her çarşamba Cağaloğlu’ndaki Tabipler Odası’na gittim. Dinliyor ama taviz vermiyor. Bir de düşman gibi bakıyor. Evine gidiyorum, bahçedeki köpek beni anıyor, bahçıvan tanıyor, bir Murat Bey tanımıyor. Sonra bir gün lütfetti, “E peki siz nasıl geçineceksiniz?” dedi. Ben de doğru dürüst bir iş yapmadığım için kalabalık bir laf edeyim dedim. Cevabım ona çok komik gelmiş, sonradan senelerce diline doladı. “Ben Türkiye Turizm Kurumu’nda artistik direktör olarak çalışıyorum. İstanbul Radyosu’nda da söz ve temsil yayınlarında reji asistanıyım. Son Saat Gazetesi’nde de röporterim.” Yüzüme baktı, “Evlat” dedi “Senin şöyle tek kelimeyle söylenebilecek bir mesleğin yok mu?”
Bu kadar isteksizken kızı nasıl verdi?
- Kayınvalidenin söylediğine göre evde kızılca kıyamet kopmuş. Hiç bilmedikleri bir Gülseren ortaya çıkmış! Sonunda bizimkilerle de tanıştılar, kızı verdiler. Ama tabii nişan ya da düğün yapacak durumum yok. Kayınvalideden aldığım 250 lirayla Tokatlıyan’da nişanlandık, gerisi geldi. 60 sene önce tanıştık Lülüş’le, tam 60 sene sonra da 2008’de vefat etti. Bu 60 senenin, 55 senesini evli olarak geçirdik.
Geriye “keşke”ler kaldı...
Eşinizin hastalığı birden bire mi ortaya çıktı?
- Bir gün geldi göğüs kanseri olduğunu öğrendik. Ben önce müsterihtim, “Tedavi kabul eden bir kanser türü” diye düşündüm. Ama geç kalınmıştı. Beyne sıçradığı güne kadar, öleceğine inanmadım.
Her şey ne kadar zamanda oldu bitti?
- Üç buçuk sene.
En son bilinçli konuşmanız...
- Hep bilinçliydi. Ta ki o güne kadar. Yemek masasında birden bire süpürgeliğe bakmaya başladı, nasıl bir çığlık. Ben zannettim ki, akrep filan çıktı. Korkunç bir kriz geçirdi. Bizi duymuyordu artık. Çocuklar hemen hastaneye götürdüler, beyne sıçradığı dönemdi, ondan sonra ölüm fazına girdi. Yine de o güne kadar hiç şikayet etmedi, korkusunu belli etmedi. Ben olsam ederdim. Niçin bu kadar herkese borçluydu? Ne olmuştu? Genlerinde bir suç mu vardı? Büyüklerinden biri insanlığa karşı bir suç mu işlemişti? Ömür boyu borçlu gibiydi...
İyi insan olmak belki de bu...
- Belki de. Ben öyle değilim.
Bütün o ölüm seremonisini nasıl yaşadınız?
- Cenaze işlerini çocuklar halletti. Rüya gibiydi, yoksa kabus mu demeliyim. Okan (Bayülgen) hergelesi de sağ olsun cenazeye geldi, bir yerlerden battaniye bulmuş, sırtıma koydu.
Vedalaşmış mıydınız Lülüşünüzle?
- Sürekli öpüşüyorduk. Çok güzelleşmişti. Çocukluğuna dönmüştü. Zaten o kadar masumdu ki, o sanki yanlışlıkla benimle evlenmiş bir çocuktu. Baştan beri onu böyle düşünüyorum.
Yeteri kadar ağlayabildiniz mi?
- Hayır, öyle bir ferahlık olmadı. Bırakamadım kendimi. Akşamları eve dönerken bir yerlerden telefon ederdik, “Bir ihtiyacınız var mı Lülüş Hanım, bir yerlere uğrayayım mı?” “Yok Hakkı Beyciğim, buyurun sizi bekliyorum” derdi. İşte onu aradığım saatlerde kimse görmeden biraz ağlıyorum.
-Hayata dair bir sonuç?
- Ne sonucu olacak Ayşeciğim, giden gidiyor. Bize keşkeler kalıyor. Keşke daha kavgacı biri olsaydı, keşke kendini daha çok düşünseydi, keşke bu kadar iyi olmasaydı. Ben prostatımda ve bağırsağımda iki kere kanser buldum. Kızım Zeynep haydi deyince doktora gittim. Lülüş ise, birini rahatsız edecek diye söylemez, yük olmak istemez. Sevdiklerimizi kaybettikten sonra ben onu yatak odasında hep dizüstü oturmuş, bir şeyler okurken bulurdum. Benim hayatımda öyle şeyler yok. Öyle hislerim de yok. Lülüş gitti, benim hislerim de gitti...
En sevdiğim insanın 55 sene kanını kuruttum
Sizin hangi özelliğinize hayrandı?
- Lülüş beni sevmek dışında, beğenirdi de. Ne var ki beğenmediği kimseyi de görmedim. Doğrusunu istersen, bu kadar iyi niyetli ve müspet olunca, insan dünyayı flu görürmüş gibi geliyor. “Şu yeşilliğin güzelliğine bak” derdi. “E baktım Lülüş!” “Farkında mısın kaç çeşit yeşil var?” Benim hep acelem vardı, hep işim vardı. Onunsa, bana dünyayı hep güzel gösterme gayreti...
Sizden daha pozitif bir tip...
- Orası muhakkak. Bir de her şeyin tadını çok çıkarırdı. Eski bir Citroen’im vardı, dağ bayır gezerdik, 60’lı yıllar, ondan mutlusu yoktu.
Siz onun nesine hayrandınız?
- Ben 55 sene her akşam eve çok sevinerek döndüm. Düşünsene, her akşam güleryüzlü bir kadın kapıyı açıyor. Bencilliğin karşıtı “sencillik” vardır ya, benim “diğerkâmlık” dediğim mizaç, Lülüş onun tipik örneğiydi...
Siz de evin egoisti...
- Hem de nasıl. Ben ne kadar bencilsem o da o kadar verimkâr. İyilikten ölecek.
Onun bu iyi niyetini suistimal ettiniz mi?
- Valla en sevdiğim insanın 55 sene kanını kurutmuşumdur. Hem de nerede biliyor musun? Sofrada. Sofra huysuzuyum ben.
Yemeğini mi beğenmiyordunuz?
- Evet ama kaba lafa gerek yok. Çerkezdir, tepesi çabuk atar. Manidar bir şekilde “Bu eti nereden aldın?” de, yeter.
O n’apıyordu?
- N’apsın, çileden çıkıyordu! “Aynı kasaptan!” diye bağırıyordu. “Bir şey demedim canım” diyordum ben de. Cennetten inmiş kadını bile delirtirdim. Bir de ben ot yemem, maydonoz görmek istemem, pırasa, lahana filan hiç sevmem. Yine de hayatta kimseden görmediğim kadar iyi muamele gördüm.
Başka nasıl delirtiyordunuz onu?
- Öfkelendiği zaman beni gülme krizi tutuyordu. Daha da sinir oluyordu. Onu hafife aldığımı sanıyordu, oysa ben, onun gözlerinden ateş çıkan halinden hoşlanıyordum.
-Boşanmak, ayrılmak...
- Aklımızdan bile geçmedi. Arkadaşlarımız arasında boşananlar oldu, ben onlara ayrı ayrı rastladığım zaman hep kaçtım. 20 sene, 30 sene beraber gördüğüm insanları, tek görmeye tahammülüm yok. Boşanan yeniden evlenirse onu da anlamam mümkün değil.
Neden? Mümkün değil mi?
- Hayır, değil!
Yaşar Kemal’in de yıllarca Tilda’sı vardı ama sonra tekrar evlendi...
- Onu bilemem. Ama bu evde Lülüş’ten başka birinin geziyor olmasını benim aklım, iz’anım, hiçbir yerim almaz.
Bu, suç değil ki...
- Suç değil ama haksızlık. Bizim Zorro diye bir köpeğimiz vardı, çok ahbap olduk, öldü. Eh köpekten yana kısmetimiz kapandı, demektir. Zaten Lülüş’ün benden önce gitmesine de hiç mi hiç inanamadım. Erken gitmesi gereken bendim.
Neden siz erkenci oluyorsunuz?
- Normali odur. Kadınla erkek aynı yaşta ise, genellikle erkek önce gider. Benim beklediğim de buydu.
Belki de siz bencilliğinizden dolayı hayatta kaldınız...
- Mümkündür.
Peki çocuklar büyüdükten sonra...
- Ben gazeteciliği bırakmaya karar verdim, Meydan Larousse’tan da bir miktar para geçti elime, ya tekne alıp balıkçılık yapacaktım, ya da yaşlılar için bir motel işletecektim, ikisinden de vazgeçtim, tavukçuluk işine girdim.
Yaşlılık döneminiz nasıl geçti? Hâlâ sofrada kadıncağızı delirtiyor muydunuz?
- Hep yaptım. Yemek zamanı gelince, tabanca çekilmiş gibi oluyorum. Böyle kötü bir özelliğim var. Ama Lülüş için de benim için de aile, kutsala yakın bir şeydi. Bu müesseseyi bu kadar benimseyen iki insanın bir araya gelmesi ne netice verirse, bizde de öyle oldu. Günden güne bağlandık, sarmaşık gibi.
“Gel hanım bir sarılayım...” yapar mıydınız?
- Niye yapmayayım ki? Her gün bana sorardı, “Bugün ne oldu?” diye. Ben de “Amaaan ben Meclis’e gitmiyorum ki, gazetede bir odanın içinde oturuyorum” diye geçiştirirdim. Şimdi kendime kızıyorum, “Eşek kafalı!” diyorum, o kadar hikâye vardı, uydursaydın bir tane. Ben insanları çok sağlam seviyorum ama saadet, detayda. O da bende yok. Daha bir sürü hıyarlık yaptım, çok pişmanım.
Ne gibi?
- Yolda gördüğü her şeyden keyif alırdı, güzel bir manzaradan, bir ırmaktan, güneşin batışından. “Bak” derdi, “Hakkı, bak...” Uludağ’a gideriz bayılır. En son Artvin’e gittik, baktığı, gördüğü her şeyin tadını çıkarır, benimle paylaşmak isterdi. Ben oralarda değilim ki. Oysa şimdi bana “Bak bu ne güzel!” diyen kimse yok. Meğer duygu açığımı onunla telafi ediyormuşum. Şimdi kaldım sopa gibi...
İnsanın 60 yıl boyunca yanında ağaç gibi duran birini kaybetmesi, ne kadar acı verici bir şey?
- Tarifi yok. Başka ölümlere benzemiyor. Annemde babamda da ciğerim yandı. Ama yüksek sesle hiç utanmadan söyleyebilirim ki, Lülüş’ün gidişi, bütün o ölümlerden farklı. Benden bir şeyler de birlikte
gitti. İçeriden bir şeyler. Bunu erkekler, kadınlardan daha çok hissetmeye mahkum. O yüzden münasibi erkeğin önce gitmesi...
Evlilikte saadetin şartı nedir bilir misin?
Her gün geliyor mu aklınıza?
- Özellikle akşamları. Evlilikte saadetin şartı nedir bilir misin? Bir aradayken de yalnız kalabilme mucizesini gerçekleştirebilmek. Ben
kadınımla böyleydim. Ben çalışırdım, arkamda ansiklopediler olacak, o zaman kendimi güvende hissederim, masa başında olmak benim için çok önemli; o da kendi işleriyle meşgul olurdu, tercüme yapardı, bir şeyler okurdu. Ayrı odalarda olurduk, ama birbirimize seslenirdik, çok iyi anlaşan iki arkadaştık, erkek olsaydı da onunla yaşamak isterdim. Bazen de “Neydi adamın adı Tevfik mi?” derdim, “Gelmedi aklıma” derdi. Gecenin iki buçuğunda bağırırdı, “Hakkıııı?” “Efendim” derdim, “Talat, Talat..!”
En çok neyi özlüyorsunuz onunla ilgili?
- Her şeyi be Ayşecim. Beni en çok tenkit eden insandı. Beni hep düzeltmeye çalıştı. “Sen karşındakini küçümsediğini belli ediyorsun, yapma!” derdi. O kadar büyük bir boşluk ki şimdi olmaması. Kendimde olan bir şeylerin yok olması gibi. Sanki içimde bir taraf öldü.
Konuşuyor musunuz onunla?
- Tabii. “Bak yine yüzümü kestim Lülüş” diyorum, çünkü tıraş olurken bir yerimi kesmeme sinir olurdu, ya da “Bak gömleğimin ikinci düğmesini ilikliyorum Lülüş” diyorum, açık bırakırsam çok kızardı çünkü...
Ölüm kavramıyla nasıl baş ediyorsunuz?
- Edebiliyor muyum bilmiyorum ki? Her gece akşam yatağa girdiğimde, “Lülüş’üm toprakta yatıyor” diyorum. Hayatta en iyi bildiğim bedenin toprak altında olması bana çok fena geliyor. Başka bir şey düşünmeye çalışıyorum, beceremiyorum, o yüzden akşamları zor geçiyor.
Evin içinde varlığını hissediyor musunuz?
- Bir akşam uyandım, camın yanında duruyordu, “Ne kadar özlemişim, iyi ki geldi!” diye geçirdim aklımdan, sanki bir seyahate gitmiş, geri bana gelmiş. Tabii bu birkaç saniyelik bir şeydi. Evdeki kızlardan biriymiş, sanırım Lülüş’ün hırkalarından birini giymiş.
Küçük bir kabristanım var Şöyle bir hesapladım, benim sevdiğim insanlardan oluşan küçük bir kabristanım var. Hepsini tek tek yazdım, çok canımı yakan ölümler olmuş. Tam 45 kişi. Lülüş, 46’ncıydı. Yırttım attım listeyi...
Rüyalarımda Lülüş hep benimle Bana sahip çıkıyor, boşluğa düşmemi engellemeye çalışıyor. Sürekli onunla ev bakıyoruz, ama beğenmiyoruz. Birinin badanasını, birinin balkonunu, aramaya devam ediyoruz. İkimizi yokuşlarda görüyorum, tırmanıyoruz, hiç bilmediğimiz semtlere gidiyoruz. Sonra kamp gibi bir yere geliyoruz, bir odadayız, ben odadan çıkıyorum, tuvalete gidiyorum ama odanın numarasına bakmamışım, hangi odadan çıktığımı bulamıyorum, Lülüş nerede, ona ulaşamıyorum. O kadar fena bir şey ki, insanın eşini, can yoldaşını kaybetmesi, hiçbir acıya benzemiyor. Birbirini çok sevenlere, “İnşallah Allah ikinizin canını da bir trafik kazasında aynı anda alır” gibi abuk bir temennide mi bulunayım? Ne diyeyim, bilmiyorum ki...
Paylaş