Güncelleme Tarihi:
Yazıyı, yazılı olanı, kitabı sevmiyoruz. Kitaptan, okumuş adamdan ürküyoruz, saygı duyuyoruz ama sevmiyoruz. Kitap okumayı insana dünyayı zindan eden, onu gerçeklerden kopartarak hayal dünyasına daldıran beyhude bir uğraş olarak görüyoruz. İnsanımızın duygu dünyasında belirgin biçimde sözlü iletişime dayalı, işitsel öğeler baskın.
Ölüm, bir yakınımızı aldığında, bir mezarlığın önünden geçişimiz sırasında ya da doğrudan doğruya ölüm kapımızı çaldığında, "kelime-i şehadet getirmek", "üç kulhuvallahü bir elham okumak" şeklinde sözel bir tutum takınırız; çoğumuz kaygı anlarının başlangıcında okumak üzere bir dua repertuarına sahibizdir, hiç olmadı "besmele" çekeriz. Elbette her dinde bir sözle ifade edilen boyut, dinsel ritüellerde sözün çok büyük bir payı vardır. Enikonu, tüm büyük dinler de sözlü kültür ortamlarında doğup gelişmişlerdir. Ama özellikle diğer kitaplı dinlerde yazı ve okumak da çok büyük bir yer tutar. İslam medeniyetine bağlı ciddi bir yazılı, kitabi birikim olsa da biz ezberlemek dışında kitaba pek bakmayız. Çoğumuz, hatta cami cemaatinin tamamına yakını, bir ilmihal kitabı bile okumamışızdır.
Sadece dinsel yaşantılarımızda değil eğlence biçimlerimizde, hobilerimizde, ilişkilerimizde de hep söz hakim. Tam da aşık Veysel'in dediği gibiyiz: "Türküz, türkü çağırırız." Sazı ve muhabbeti elimizden alsanız, geriye kültürümüz namına ne kalır bilinmez? Saz da, türkü de, muhabbet de, bilmecelerimiz, atasözlerimiz de tadına doyum olmaz güzellikte. Ama aynı güzellikleri yazılı kültür ürünleri için üretemiyoruz. "Bizi biz yapan özellikler", "öz-kültürümüz", "halk kültürümüz" vs. dediğimizde hep sözlü kültür ürünlerimize gönderme yapıyoruz. Onlara yazıya dayalı olanları katabilmiş değiliz. Bakmayın bir romancımızın Nobel Edebiyat Ödülü aldığına…
Bunları eleştirmek için söylemiyorum, hepimizin bu kültürün içinde var oluyoruz, buranın çocuklarıyız. Ama ne olduğumuzu ve neden böyle olduğumuzu da bilmek zorundayız.
Bilmek zorundayız çünkü ölçü olarak yazılı kültürün gelişmişlik düzeylerini aldığımızda, sözlü kültürün kimi özellikleri açıkça modernleşmemizin önündeki en köklü engeller olarak çıkıyorlar. Bunların başında, sözüm ona "yüksek" okuryazarlık oranına rağmen, göçebe-sözlü kültürün modern zamanlardaki mirasını ya da tortusunu teşkil eden okuma-yazmaya karşı tepkisellik ya da en azından isteksizlik geliyor. Bura insanı, okuma-yazmaya yalnızca yönetici elitlerin yapacağı bir fiil olarak bakıyor, saygı ve hatta tıpkı Afrika kabilelerindeki gibi yazının kendisinden bile korku duymakta, yeteneği varsa çocuğunun "okuma"sı için elinden gelen desteği vermekte ama kendisi asla böyle beyhude (!) bir uğraşa heves etmiyor. Bu nedenle Cumhuriyet hükümetlerinin eğitim alanında aldığı sonuçlar skandal boyutlarına ulaşıyor. "Skandal" derken bazılarınızın aklına birçok şey gelebilir ama ben yazının, okuma yazmanın gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelmesinden, dolayısıyla, aklıyla ve hür vicdanıyla kararlar veren bireyler yetiştirmekten bahsediyorum.
Ülkemizde işlevsel okur-yazarlık oranının böylesine düşük oluşu, bir matbaa kültürü geliştiremeden geçilen görselliğe dayalı medya ve insanlara estetik ve tinsel arayışları için zaman bırakmayan ekonomik yoksulluk tarafından pekiştiriliyor; kitleler cehalete ve yozluğa mahkum ediliyor. Hekimin yazarak tarif ettiği ilaç kullanım kılavuzunu, lise mezunu olduğu halde bir türlü anlayamayan, tarifin, tıpkı ortaçağ simyacıları gibi, ilacın üzerine çizilerek yapılmasını isteyen, üniversite mezunu olduğu halde, gündelik gazete almaktan nefret eden insan manzaralarımız, sözlü kültürün modernliğe oluşturduğu engellerin yansımalarından ibaret.