Bir toplumun fakirlerine nasıl davrandığı, o toplumda yaşanabilirliğin önemli göstergesi.
Şefkat-Der’in verilerine göre Türkiye’de 100 bin kadar evsiz olduğu tahmin ediliyor. Bunların önemli bir kısmı büyük şehirlerde ve İstanbul’da.
Bu hafta, bu koca şehre en zon yerden, evsizlerin dünyasından bakmaya çalıştık.
Bunun için üç gün, üç gecemizi sokaklarda, parklarda geçirdik. Yattıkları yerlerde yattık, onlarla beraber aşevlerinde karavanadan yemek yedik, tanışıp hikâyelerini dinledik.
Kuralımız şuydu: Evsiz gibi yaşamaya çalışacaktık ama evsiz taklidi yapmayacaktık.
Üstümde telefon, kredi kartı, para olmayacaktı.
Hürriyet fotoğraf servisinden arkadaşlarımız beni takip edecek, özellikle gecenin tehlikeli saatlerinde gözlerini üzerimden ayırmayacaklardı.
Yanımda n’olur n’olmaz diye 100 liram olacaktı ama acil bir durum olmadıkça harcamayacaktım. Parayı bir tek yardıma muhtaç insanlar için kullanabilecektim.
Sokakta kaldığım ilk gece anladığım şu oldu: Her insan sokakta kalabilir. Anahtar unutursunuz, uçak kaçırırsınız, pasaport kaybedersiniz...
Ama sokakta kalmakla evsiz olmak aynı şey değil. Evsizliğin ince çizgisi, kendi özel alanınız olmadan uyumakla başlıyor.
Toplumu en zengininden en fakirine doğru sıralayın. Eviniz lüks bir malikâne de olabilir, tek göz bir gecekondu da. Bize aramızdaki büyük farklar gibi gelen bu detayların hepsi bir taraf, evsiz olmak başka bir taraf. Soğuk, sıcak, lüks ya da mütevazı... İçine girdikten sonra orası bizim özel alanımız ve kimse bize karışamaz.
Evsizlik, en savunmasız anınızda, yani uyurken kendi alanınızın olmaması demek.
Çok huzursuz bir uyku bu. Yattığınız parkta, bankta veya kuytuda isterse bir sokak köpeği gelip sizi koklayabilir.
Uyandığınızda yanınızda bir hırsız, bir uyuşturucu bağımlısı ya da bir psikopat dikiliyor olabilir.
Bu yüzden insan evsiz kalınca, içgüdüsel olarak gece halini en iyi bildiği yere gitmek istiyor.
Ben Taksim’i seçtim. Anahtarımı, telefonumu, paralarımı, kartlarımı fotoğrafçı arkadaşıma teslim ettim. Meydanda bir bankın üzerine yattım.
Ve beni takip eden bir arkadaşımın olduğunu bilmeme rağmen, evsiz olmanın o çok zor ilk uykuya dalmak olduğunu anladım.
Sahipli köpekler atlayıp zıplarken, sokak köpekleri niye miskin miskin uyur, artık biliyorum. Çünkü onlar gece uyumamış oluyorlar. Sokaktaki bir can için, gece, uyunacak zaman değil. Tetikte olup kendini tehlikelerden koruma, hazır insanlar yokken, yiyecek bir şeyler arama zamanı...
Evsiz insanlar da böyle. Çoğunlukla gece uyumuyorlar. Gündüz, tehlikeler geçip hava ısındıktan sonra alıyorlar uykularını.
İlk gece, ilk arkadaşlarım: Sevgi Abla’yla Ayhan. Sevgi Abla’nın kırmızı ayakkabıları falan var, kadın da olunca cesaretlenip yanlarına gidiyorum. Nerede yatacaklarını soruyorum. Ceylan Intercontinental Oteli’nin personel çıkışında yatıyorlarmış. Önünde taksi durağı olduğu için güvenliymiş. Üstü kapalı ve kuytuda olduğu için de soğuk değil. Parkın görevlisi gelip bizi banklardan kaldırıyor. Fıskiyeleri açıp çimleri sulayacak. “Islanırsınız” diyor. Bu sırada fotoğrafçı arkadaşım Murat, uzaktan çataçataçata fotoğraflarımızı çekiyor. Sevgi Abla’yla Ayhan huzursuz oluyor, “Hava çok soğudu, biz hostelde kalmaya karar verdik” diye uzaklaşıyorlar. Biz ‘evsiz’ diye sadece mukavvaların üstünde uyuyan, üstü başı pis insanları biliyoruz. Halbuki çeşit çeşit evsiz var ve sayıları sandığımızdan çok daha fazla. Kiminin arada sırada gittiği bir evi var. Bunlar genellikle sorunlu ailelerin çocukları. Kimi iş bulmak için büyük şehre gelmiş ama bulamamış. İkinci gün tanıştığım Ferit gibi. Evi olup da sokakta yaşayanları bir türlü anlamadığını söylüyor. Kimi geçici iş buluyor, buldukça Umut, Beyoğlu gibi 15-90-300 sistemiyle çalışan pansiyonlara gidiyorlar. Yani aylık 300, haftalık 90, günlük 15 lira. Bu paraya sıcak su da var. Uyuşturucu bağımlıları tamamen ayrı bir tayfa. Ve o kadar çok ki. Metronun çıkışındaki banka otururken yanımdaki iki genç ceplerinden çıkardıkları küçük şeyleri sigaranın ucuna tıkıyor. Sonra sigaranın ucunu kapatıp içiyor. Şu son dönemde bir sürü çocuğun ölmesine neden olan şeyden içtiklerini sanıyorum. İnsanı dehşete düşüren bir sakinlikleri var. İşin tuhafı, öbür yanımda da bir sivil polis oturuyor. Nereden mi biliyorum? Sesini kısmayı unuttuğu telsizinden... Evsizler içinde bir diğer grup da malum, Suriyeliler. Onların diğerlerinden farkı, diğer evsizler tek başına ya da en fazla iki kişiyken, onların kalabalık olmaları. Yanlarında çocuklarıyla birkaç aile aynı yerde kalıyorlar.
“Oh kira yok, elektrik-su yok” demeyin. Gece termosta satılan bir bayat çay 1.5, tuvalet 1 lira. Günde kaç kere ihtiyacınız olabileceğini düşünün. Kiradan pahalıya geliyor. Çözümü civardaki fast-food’çularda buldum. Beni belleyip tanımasınlar diye hepsine sırayla gidiyorum. Gece kapanıyorlar ama zaten o saatten sonra başka kurallar işlemeye başlıyor. Çay mı? Onu da içmeyiver....
Sokakta ilk gün... Gece alamadığım uykumu, Gezi Parkı’nın banklarında tamamlamaya çalışıyorum ve karnımı nasıl doyuracağımı düşünüyorum. Yanıma yaklaşan bir genç, “Abi donarsın orada, öyle yatma” diyor. Adı Fethi. 23 yaşında. Elazığlı. Babası engelli. İstanbul’a çalışıp ailesine yardımcı olmak için gelmiş ama iş bulamamış. Belki bulacak ama üstü başı pis olunca görüşmeye gittiği kimse iş vermiyormuş. “Keşke bir temiz pantolon ve tişörtüm olsa” diyor. Beş aydır sokakta yatıp kalkıyor. Şişli Camii’nin avlusunda. Soğuktan korunmak için, cemaatin üzerinde namaz kıldığı halılara dolanıyormuş. Neden caminin avlusu? Neden içi değil? Bu kadar evsiz üşürken, ibadethanelerimiz gece niye kapalı? Dışarıda yatmaktan yüzünü gözünü sivilce basmış. Mikrop kaptı herhalde. Fotoğraf vermek istemediği için siz göremiyorsunuz ama yüzü gerçekten kötü halde. “Karnın aç mı abi?” diye soruyor. Hafta içi her gün saat 12.00’de Dolapdere Yenişehir Camii’nin yanında ‘beleş’ yemek dağıtıldığını söylüyor. Ne tuhaf... Fethi de, evsizler lokantası kuran Ayşe Tükrükçü de hayatın sillesini yemiş insanlar. Ama hâlâ zor durumdaki başka insanlara yardım etmeye çalışıyorlar. İyi insan olmak böyle bir şey. Hani en başta bahsettiğim, n’olur n’olmaz diye yanımda bulundurduğum, kendime değil de gerekirse başka insanlar için ayırdığım 100 lira var ya. Onu Fethi’den çok kimsenin hak etmediğini düşünüyorum. Alsın kendine bir temiz tişört ve pantolon. Paranın kalanı mı? Adım gibi eminim diğerleriyle paylaştığına. Söz verdim, ona iş de bulacağım.
Öğleleri Dolapdere’de, akşamları Firuzağa’da dağıtılan yemeklerle karnımı doyurabiliyorum. Kirlenen çoraplarımı falan Ağa Camii’nin şadırvanında yıkıyorum. Şimdilik paraya ihtiyacım yok. Ama bu sonsuza kadar böyle gitmez. Eninde sonunda gidip bir hostelde yıkanmak, dağıtılanlar dışında başka yemekler alabilmek için para bulmam lazım. Bir enstrüman çalabilsem, sokak müzisyenliği yapacağım. Ama ıslıktan başka bir şey çalamıyorum. Bir fikrim var: Tünel’de kötü sesiyle, berbat şarkılar söyleyen ve pek de para toplayamayan İtalyan’a ortaklık teklif etmek. Eğer ona İzmir Marşı’nı öğretebilirsem, İstiklal’in en çok kazanan sokak müzisyenleri olabiliriz.
Artık bir şeyi daha biliyorum: Hissedilen sıcaklık. Normalde pek üşüyen biri değilim. Ama içime titreme giriyor. Kalkıp yürüyünce azalıyor üşüme. Cebimde beş kuruş olmadığı için olabilir mi? Telefonsuz, kredi kartsız çıplak gibiyim. Psikolojik, tamamen psikolojik.
Ramazan Abi Şileli. 71 yaşında. Eski filmci. Kameranın hem önünde hem arkasında 260 filmde görev almış. ‘Sahildeki Kadın’ filminde Cahide Sonku’yla rol arkadaşlığı yapmış mesela. ‘Atını Seven Kovboy’, ‘Ah Bir Zengin Olsam’, ‘Baba Evi’, ‘Kara Yazı’, ‘Haram Lokma’ gibi
filmler de var rol kariyerinde. Tophane’de bir depoda yaşıyor. Köy çocuğu olduğu için zorlanmadığını, alışkın olduğunu söylüyor.
Cengiz Abi 54 yaşında. Sıraselviler’de bankamatiklerin altında uyuyor. Dilenerek geçiniyor. Yattığı yerde değil, çaprazında, Aya Triada Kilisesi’nin duvarının dibinde dileniyor. Çünkü burası uğurluymuş. Günlük kazancı 5-10 lira. Ama zabıta müdahale ederse o da olmuyor.
Muhtaçlara yemek dağıtılan yerlerden Dolapdere’deki Yenişehir Camii.
“Firuzağa’da yemek dağıtma saati. Yemeğin gelmesini bekleyenler arasında eski sinemacı da vardı, başı öne düşen tinerci de.” (Fotoğrafçı Muhsin Akgün)
Yağmur yağınca uyanıyorum. Metronun girişinden Taksim’e yeni yapılan altgeçide inmeye karar veriyorum. İnanılmaz bir
trafik uğultusu var ama en azından kuru. Hem başka insanlardan korkuyorsunuz ama hem de yakın olmak istiyorsunuz. Kendini mumya gibi sarıp yatmış bir adamın az ötesine ben de uzanıyorum. Ayakkabılarını çıkarmış, başının altına koymuş. Herhalde çalınmasın diye. Ben de çıkarsam mı? Yok ya benimki tilki uykusu gibidir, biri ayakkabımı çalmaya kalkarsa uyanırım. 15 dakika sonra betondan gelen soğuğun ciğerlerime saplandığını fark ediyorum. Çantadan battaniyemi çıkarıp altıma seriyorum. Ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyandığımda tepemde altgeçitteki belediye görevlisi var. “Taş sizi mahveder, kalkın buradan” diyor. Sanki biz bilmiyoruz. Türkçesi şu: “Arkadaş ben sizi kaldırıp kovmuş olmayayım. Sanki sağlığınızı düşünüyormuş gibi söyleyeyim bunu. Ama siz de benim başıma iş açmayın, gidin başka yerde yatın...”
Serserilik yıllarımda cebimdeki bütün parayı barda bitirip sokakta sabahladığım olmuştu. Aradan geçen yıllarda bankamatikler kepenkli olmuş. İçine girip yatamıyorsunuz. Fotoğraf servisinden beni takip eden arkadaşlarla şöyle bir anlaşmamız var: Herhangi bir duruma karşı tek saatlerde metronun meydan çıkışında buluşacağız. Ama artık İstanbul’da sokak saati kalmamış. Bir tek meydandaki Pehlivan Köfte’nin Türkçe-Arapça, yanar-dönerli tabelasında çıkıyor saat. Buluşma saatlerini kaçırmayayım diye, gidip gelip oraya bakıyorum.
Bazı evsizlerin kıyafetlerine baksanız asla konduramazsınız evsiz olduklarını. Mustafa Bey’in üstü başı tertemiz. Kıyafetlerini camiilerde temizliyormuş. Taksim Parkı’nda yatıp kalkıyor. Memleketteki ailesine para göndermek için inşaatlarda çalışıyor ve hamallık yapıyor ama mülteciler geldiğinden beri artık işçiler durağından da iş çıkmadığını anlatıyor.
“Normalde tek saatlerde metronun çıkışında buluşacaktık. Ama ben Taksim’e vardığımda saat 14.00’tü. Şansımı deneyip Gezi Parkı’na baktım. Çantasını başının altına almış, bankta yatıyordu. Şaka olsun diye bozuk para attım. Korkudan yerinden sıçradı.” (Fotoğrafçı Murat Şaka)
OHAL var ya... Normalde günde iki-üç çevrildiğim bile oluyor. Nüfus cüzdanım ve n’olur n’olmaz diye gazete kimliğim çorabın içinde. Çanta çalınırsa diye. Fakat kimsenin yanıma uğradığı yok. Anladığım kadarıyla polisin meselesi sokağa çıkanlarla. Zaten sokakta olanlarla değil.
Sokakta yaşamanın çarpan etkisi var. Dışarıda yaşadığınız her ekstra gün, bir öncekinden iki misli zor oluyor. Bedeniniz, psikolojiniz yoruluyor; ilk gün o kadar önemli olmayan temizlik gibi ihtiyaçlar katlanıyor. Önyargı işte: 48 saatin sonunda, kesin uyuşturucu bağımlısı diye düşündüğüm insanlardan daha bitik görünüyorum.
“Savaş’ı içinden takip edebilmek için arabayı otoparktan alıp Kazancı Yokuşu’na park etmeye karar verdim. Bir geldim ki bankta yok. Yarım saat aradım. Meğer metronun merdivernlerinin dibine inmiş; orada uyumuş.” (Fotoğrafçı Selçuk Şamiloğlu)
Burası metronun kapısı. Önce bankta uyumaya çalıştım, rahatsız olunca buraya indim. Hemen yanımda iki adam daha uyuyor. Herkes birbirine karşı temkinli ama zararlı insanlara benzemiyorlar.
“Bütün gün normal işlere koşturup, geceleri de bu haberi yapmak için sabahlıyorduk. Savaş her şeyin gerçek olmasını istiyordu. Bu da işimizi iki kat zorlaştırıyordu. Tepemin tası atmıştı. Evsiz kadınla konuşurlarken fotoğrafı zar zor çektim.” (Fotoğrafçı Emre Yunusoğlu)
Sabriye Hanım Gezi Parkı’nın girişinde yaşıyor. Akşam saat yedi gibi seriyor yatağını, yatıyor. Korkmasına gerek yok. Meydanın köpeklerine baktığı için onlar da onu koruyorlar. Yabancı biri yanaştığında ortalığı birbirine katıyorlar. Bu karşılıklı bir sadakat. Şefkat-Der yetkilileri onu evsizler evine davet etmesine rağmen gitmiyor. Çünkü köpeklerini bırakmak istemiyor. İki yorganı var. Birinin altında kendi, öbüründe köpeği uyuyor. Erzincanlı. Kimi kimsesi olmadığını söylüyor. Tek eksiği çaydanlık ama ne devletten ne kimseden bir talebi var.
Ah mayıs ah! Havalar biraz daha ısınsın diye şefimi oyaladım, oyaladım; sen tuttun kafama dolu yağdırdın. Burnum akıyor. Çantaya koyduğum tuvalet kâğıdı ıslanmış. İkinci gün için ayırdığım tişört artık mendil. Bir de devamlı elim kafamda. İlk günden bitlenmiş olabilir miyim? Sanmam, herhalde psikolojik.
Siz ne yapabilirsiniz?
-- Şefkat-Der (0212 244 85 97) evsizlerle ilgili en eski sivil toplum örgütü. 1995’te, Konya’da kurulmuş. Evsiz erkek ve kadınlara barınak sağlamış. İstanbul’da altı yıldır varlar. Tophane’deki merkezlerinde yedi ülkeden 18 kişi, Galata’daki yerlerinde 22 kişi kalıyor. Tedavi için şehir dışından gelen muhtaçlara da yardım ediyorlar.
-- Diğer bir sivil toplum örgütü de Çorbada Tuzun Olsun (0505 996 71 34). Üç yıldır muhtaçlara çorba dağıtımı yapıyor. Bu vesileyle onlara ulaşıp topluma geri kazandırmak için projeler üretiyorlar. Psikolojik destek sağlayıp hiyjen, giyecek gibi ihtiyaçlarını temin etmeye çalışıyorlar. Gizli evsiz ailelerin çocukları için eğitici atölyeler düzenliyorlar.
-- En yeni oluşumsa Hayata Sarıl Derneği (hayatasaril.org). Kurucusu Ayşe Hanım küçükken aile içi tacize uğramış, sonra da eşi tarafından geneleve satılmış bir kadın. Şimdi zor durumdaki başka insanlara yardım etmeye çalışıyor. Çok yakında Taksim’de Zencefil’in tam karşısında bir lokanta açacak. Bu lokantada evsizler çalışacak, akşam artan yemekler de yine evsizlere dağıtılacak.
-- Bu çalışmalara katılmak için birçok alternatif var. Para bağışı ya da yemekler için malzeme bağışı yapabilirsiniz. Ekmekten tuza kadar her şeye ihtiyaç var. İşgücü olarak da haftanın belli bir günü ister bireysel, ister şirket, üniversite ya da kulüp olarak yemek pişirme ve dağıtma işinde gönüllü olabilirsiniz. Aralarında her siyasi görüşten, dini inanıştan, sosyal statüden insan var ama bunları konuşmak yasak.