Paylaş
Birkaç senedir, hafta sonlarında İstanbul’un gizlenen ve direnen geçmişinin peşinden gidiyoruz. Bu kez istikametimiz Fatih ilçesindeki Süleymaniye ve Zeyrek. İşte gezimizin birbirinden ilginç durakları:
Neredeyse her gün yanından geçtiğimiz ama varlığından haberdar olmadığımız 1500 senelik bir kalıntı: Polieuktos (Ayios) Kilisesi’ni son Batı Roma İmparatoru’nun kızı 527’de yaptırmış. Büyükşehir Belediyesi Binası’nın kuzeybatısındaki kalıntılar, aslında Ayasofya’dan önce İstanbul’un en büyük bazilikasıymış ve 1960’ta bir temel kazısında ortaya çıkmış. Günümüzde ise, tellerle çevrili alan evsizlerin, Suriyeli mültecilerin mekanı..
KANUNİ’NİN AYAK İZLERİ
Kalıntıları arkamıza aldığımızda, altından akan trafiğe inat dimdik duran Bozdoğan Kemeri karşımıza dikiliyor tüm heybetiyle. Orijinal adı Valens Kemeri olan kemerin bir kısmı depremde yıkılınca halk “bozulan kemer” demeye başlıyor ve isim zamanla Bozdoğan’a dönüşüyor...
Saraçhane Parkı’na giriyoruz. Parkın etrafı bakım çalışmaları için sac levhalarla kapatılmış, içindeki 16’ncı yüzyıldan kalma narin Burmalı Mescit Camii ise bugün yataklı-döşekli mülteci ailelerini ağırlıyor. Başka geleni, gideni yok maalesef.
Ve geldik İstanbul’un belki de en dingin, hüzünlü camisine: Şehzade Camii ve külliyesi... Mimar Sinan’ın “çıraklık dönemi eserim” dediği, inşa ettiği ilk selatin külliyesine dair farklı öyküler var. Benim tercih ettiğim öykü, Kanuni Sultan Süleyman’ın cami inşasını kendi adına başlatıp, çok sevdiği şehzadesi Mehmet aniden ölünce onun adına tamamlatmış olması.
Külliyenin medresesi bugün kız talebe yurdu, tabhanesi Vefa Lisesi’nin laboratuvarı, ahırı kereste deposu, imareti ise İstanbul Üniversitesi’nin matbaası. Cami mimarisindeki geometrik yapılanma daha avluda fark ediliyor. Asırlık çınarların yükseldiği avluda kuş cıvıltısı ve ezan dışında sükut hakim. Caminin dışındaki revak, Osmanlı mimarisinde bir ilk. Padişahın atıyla geldiği avludan camiye girişinde kullandığı merdivenlerin taşlarındaki aşınmışlık belki de insanı 16’ncı yüzyıla taşıyan en önemli ayrıntı. Geometrik ve stilize edilmiş bitkisel öğelerle süslü minareler ise, Mimar Sinan’ın tasarladığı en görkemli minareler olarak gökyüzüne yükseliyor. Caminin içi tamirler sonucu özgün niteliklerinden oldukça uzaklaşmış olsa da hünkar mahfili halen o günlerin şatafatını koruyor.
CAT STEVENS’IN EVİ SÜLEYMANİYE’YE KOMŞU
Camiden çıkıp ünlü Direklerarası bölgesine yürüyoruz. Geçmişin kültür, eğlence mekanlarından geriye yıkıntı dükkanlar kalmış. Vefa Lisesi’nin önünden geçip, Kalenderhane Camii’ne varıyoruz. Doğu Ortodoks kilisesi formunu taşıyan bu bina, esasen 9’uncu yüzyıla tarihlendirilen bir kilise, bunu mimarisinden de ilk bakışta anlayabiliyor insan. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından Kalenderi tarikatına bağışlanan bina, önceleri medrese olarak kullanılmış ve 18’inci yüzyılda da camiye dönüşmüş.
Buradan da çıkınca, yolumuz artık Süleymaniye Camii ve Külliyesi’ne doğru uzanıyor. Yolda, aralarında Cat Stevens’ın “Süleymaniye’nin ezanına yakın olsun” diyerek satın aldığı evin de bulunduğu restore edilmiş eski İstanbul evlerinin sokağından geçiyoruz. Adım başı ya bakımsız ya da yanlış restore edilmiş ama buna rağmen halen güzelliklerini koruyan eski sokak çeşmelerine rastlıyoruz.
Ama buralara gelmişken, bir öğle yemeği arasında kuru fasulyeciye gidilmez de ne yapılır? Caminin hemen önünde sıra sıra dizilmiş olan restoranlar arasından, Erzincanlı Ali Baba’nın yerini seçiyor ve kısa bir yemek molası veriyoruz. Mönümüz belli: kuru fasulye, pilav, turşu ve ayran...
ZEYREKHANE’DEN HALİÇ MANZARASI
Kiliseden dönüştürüldüğü için Vefa Kilise Camii olarak da bilinen Molla Şemsettin Gürani Camii’ni kısaca geziyor, Şeyh Ebulvefa Efendi Çilehanesi’ni şöyle bir ziyaret ediyor ve kısa bir mola için semtin olmazsa olmazı Vefa Bozacısı’na uğruyoruz. Karşı dükkandan aldığımız leblebiler eşliğinde bozamızı içerken, yüzyılların şehri İstanbul’da geleneklerini aynen sürdüren mekanların ne kadar nadide ve değerli olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz.
Bir sonraki adresimiz, her ayın ilk günü dilek dilemek için her dinden yüzlerce kişinin akınına uğrayan Ayın Biri Kilisesi... Bir ayazma üzerine kurulu bu 18’inci yüzyıl kilisesi, şehirdeki birçok kiliseye nazaran hem mimari hem de tarihsel açıdan çok daha zayıf olsa da, ay başındaki izdihamıyla diğer kiliseleri adeta kıskandırıyor.
Manifaturacılar Çarşısı’ndan geçip, alt geçidi kullanarak gezimizin son semti olan Zeyrek’e ulaşıyoruz. Yine bir kiliseden dönüştürülmüş olan Zeyrek Camii renovasyonda olduğu için onu gezemiyoruz. Kendine has dokusunu muazzam bir şekilde koruyan semtin dar ve canlı sokaklarında biraz ilerleyince, karşımıza doğma büyüme birçok İstanbullunun bile bilmediği, şaşkınlıktan ağzımızı açık bıraktıran bir çarşı çıkıyor: Sakatatçılar Çarşısı... Dizi dizi dükkanlar ve her yerde açıkta satılan kelleler, bağırsaklar, işkembeler, paçalar... İnanılmaz bir görüntü ve dayanması zor bir koku... Ama son derece etkileyici... Burayı görmeden İstanbul’u biliyorum demek, bence imkansız....
Dolu dolu geçen günümüzü Haliç’e kuşbakışı konumlanmış olan Zeyrekhane’de sonlandırıyoruz. Hem yemek, hem de kahve, çay servisi bulunan bu mekanı, belli ki daha ziyade turistler tercih ediyor zira etraftaki tek Türk bizleriz. Güzel bir manzara karşısında, ayaklarımızın arasında oynaşan kediler, geçirdiğimiz günün baş döndürücü deneyimi ile kahvelerimizi yudumlayıp, şehrin keşfine devam etmek için bir sonraki gezimizi planlamaya başlıyoruz bile.....
Süleymaniye’de Muhteşem Yüzyıl izdihamı
Süleymaniye Camii ve Külliyesi bir camiden öte, kurumlaşmış bir sosyal düşüncenin mimari sonucu. Aynı zamanda Osmanlı döneminin en büyük külliyesi olarak hem şehre hem de Osmanlı mimarisine damgasını vurmuş bir şaheser. Camide kullanılan mimari teknik, havalandırma sistemlerinden aydınlatma uygulamalarına bugün bile mimari uzmanları hayran bırakacak kadar zekice tasarlanmış. Külliyenin en dikkat çekici yapısı olan cami iç süslemelerden ziyade, büyüklüğü, ferahlığı, bütünselliği ve bunlardan gelen azameti ile ziyaret edenleri etkiliyor. Avludaki mezarlıkta yer alan Hürrem Sultan ve Kanuni’nin mezarlarında ise, Muhteşem Yüzyıl TV dizisinin meraklıları adeta bir izdiham yaratıyor. Caminin arka avlusundan görünen Boğaziçi ve Haliç manzarası ise, kelimelerle anlatılamayacak derecede etkileyici.
ÜRPERTEN SÖYLENTİ
Caminin başdöndürücü etkisinden sıyrılıp, sokaklarda ilerlemeye devam ederken karşımıza bu camiye ve Osmanlı topraklarında yüzlerce esere imzasını atmış büyük insan Mimar Sinan’ın türbesi çıkıyor. Beyaz mermerle çevrelenmiş bu türbeyle ilgili duyduğumuz söylenti ürpertici: İddiaya göre, Mimar Sinan’ın kökeninin Türk olup olmadığını araştırmak üzere, kafatası mezarından çıkartılıyor, bilimsel incelemeler yapılıyor, Türk olduğu tespit ediliyor. Ardından kafatası kayboluyor...
Paylaş