Mavili yeşilli Karadeniz yolları
İstanbul’un sıcağından kaçıp bu kez Akçakoca’dan Amasra’ya kadar Batı Karadeniz kıyılarını arşınladım. Bir yanımda yemyeşil tepeler, diğer yanımda masmavi Karadeniz. Gözlerimi, kulaklarımı, beynimi temizledim. Yüreğimi oralarda bırakıp döndüm.
Çok sıkıldığım zamanlar kendimi yollara vururum. İççatışmalarım, tükettiğim kilometrelerle geride kalır. Otoyolları hiç sevmem. Çabuk ulaştırır ama kimi, nereye?.. Ne kent görürsünüz ne de insan. Hep birbirine benzeyen yerlerden geçersiniz. Arada bir ufuktaki yükseltiler değişir. Onun için her fırsatta otoyoldan çıkarım. Kenarlarında yaşamların sergilendiği yan yollara saparım.
Geçen hafta da öyle yaptım. İstanbul’un dayanılmaz trafiğinden ve bunaltıcı sıcağından kaçıp gittim. Niyetim Norveç’ten sonra bu sefer Karadeniz’in serin rüzgarlarıyla sarmaş dolaş olmaktı.
Otoyoldan, Düzce sapağından ayrıldım. Oradan Karadeniz kıyısına, Akçakoca’ya doğru direksiyon kırdım. Amacım, giderken Karadeniz’i yanıma almaktı. İki gün süren yolculuk şu rotayı izledi: Akçakoca, Alaplı, Ereğli, Zonguldak, Bartın, Amasra, Kurucaşile, Gidoros. Dönüşte; Safranbolu, Karabük, Bolu...
BİR TABLO GİBİ
Düzce-Akçakoca arası, yeşillikte duyulan tek ses, çalı bülbüllerinin seranadıydı. Birkaç yerde durup, arabanın kontağını kapattım. Motorun susmasıyla, bülbüller seslerini bir perde daha yükseltti. Bir yerlere yetişmemek duygusu o kadar rahatlatıcıydı ki. Ağaçlara doğru, “ormanın sesini biraz daha açar mısınız” deyip, telaşsız ve kaygısız, doğanın bu enfes konserini dinledim. Keşke seslerin fotoğrafını çekebilmek gibi bir yeteneğim olsaydı da, bu güzelliği sizlerle paylaşabilseydim. Tek şikayetim, beklediğim kadar serin havayla karşılaşamamaktı. Sıcak burayı da hakimiyetine almıştı.
Akçakoca, oraya vardığımda yeni uyanıyordu. Yaz sakinlerini, daha çok Ankara ve Bolulu’ların oluşturduğu Akçakoca, asırlık çınar ağaçları, kumsalı, beyaz köpüklü denizi ile derli toplu bir sahil kasabasıydı.
Akçakoca’dan sonra yol, Karadeniz’e paralel uzanıyordu. Bir yanda uçsuz bucaksız bir deniz, diğer yanda, çiçeklerin süslediği, denizin yansımasıyla firuzeye dönüşmüş yeşil tepelerdi. Batı Karadeniz’in bu kısmından ilk defa geçiyordum. Bunca zaman, böylesine güzelliği ihmal etmenin pişmanlığını yaşıyordum. Her viraj, her yokuş bir başka sürprizi seriyordu gözler önüne. Her koy, tek başına bir şiirdi. Veya bir tablonun konusu olacak kadar güzeldi.
Gaza basıp gitmek olmazdı. Alaplı’yı geçtikten sonra, denize biraz yüksekten bakan bir tepede durdum. Rüzgar biraz daha serin esiyordu burada. Böylesi durumlar için her zaman tedbirliyimdir. Otomobilin bagajında, küçük bir ocağım, cezvem ve kahvem her zaman bulunur. Bir de şezlong. O gün orada, Karadeniz’in mavi sularına karşı içilen bir sabah kahvesinin tadının doyumsuzluğunu öğrendim. Bu mutluluk denen kavram ne mütevazı şeydir ki, hep kayda değmeyen olaylarla hissetirirdi kendini. Karadeniz’e karşı bir fincan kahveyle geldi bu kez. Biraz önce de bülbül sesiyle boy göstermişti.
KENT ROMANTİZMİ
Yol üstündeki köyler, sırtlarını tepeye dayamış, kuş bakışı seyrediyorlardı denizi. Kararmış tahtalı, kırmızı damlı evler, ağaçların arasında kaybolup gitmişlerdi. Biliyorum, benim iç geçirdiğim, düşlediğim gibi romantik yaşamlardan söz edilemezdi oralarda. Hatta onların, çevredeki yeşili, ayaklarının altında uzanan beyaz köpüklü denizi de gördüğü yoktu. Bir yaşam kavgasının içinde, gerçeklerle yüzyüze savrulup gidiyorlardı. Bunları bildiğim halde, bir “İstanbul bunalmışı” olarak, zaman zaman onlarla yer değiştirmek istiyordum. Bu, biz kentlilerin, hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir romantizmdi.
Ereğli’de “yeşil” bir süre için görüntüden çekildi. Sanayi, tüm ürkütücü görünümüyle çerçeveye girdi. Sahildeki tersanelerde, yırtılan demirin kulak tırmalayan sesi, demir-çelik fabrikasının dev bacalarından püsküren duman, 4-5 kilometre önceki romantizmin üstüne çöküp, yaşamın gerçeğini şekillendiriyordu.
Tersanelerdeki çekiç sesleri ve devasa fabrikasıyla böbürlenen Ereğli, çiçekli bulvarları, tertemiz ara sokaklarıyla derli toplu bir kentti.
YOL SATICILARI
Ereğli’den sonra yol, deniz kıyısından ayrılıp, dağlara döndü. “Yol satıcıları”nın tezgahlarında, Osmanlı Çileği tek ürün halinde dizilmişti. Satıcılar, mis gibi kokan bu çilekten yapılma reçelin tadı konusunda, ağız sulandıracak açıklamalarda bulunuyorlardı. Her zaman olduğu gibi, bagajım yolun başından dolmaya başlamıştı. Daha sonra alacaklarıma yer kalsın diye, iki sepetle yetinmek zorunda kaldım.
Ormanlardan kıvrılarak giden yol, tekrar denize kavuştu. Bu kez Karadeniz’e biraz yüksekten bakıyordum. Öylesine mest edici görüntüler vardı ki, durup, bunları fotoğraf makinesine hapsetmek lazımdı. Ama nerede duracaktım?.. Gezdiğim bir çok ülkede, otoyollara park yeri olan manzara terasları yapılmıştı. Fotoğraf makinesi işaretli levhalarla sürücüler yaklaşan teras konusunda uyarılıyordu. Karadeniz’de yolboyu gözüm bu tür tabelaları aradı. Bir seferinde manzara öylesine güzeldi ki, dayanamayıp, ters şeride geçtim, bir acele fotoğrafı çektim. Şansıma karşı yönden araç gelmedi..
ORMANIN SESİ
Zonguldak ve Bartın’dan sonra Amasra’da geceledim. Ertesi gün dönüşe geçtim.
İlk durak Safranbolu idi. Oraya uzanan yol üstündeki ormanların güzelliği, meçhul arzuların hatırlatıcısı gibiydi. Yine bir çay kıyısına inip, yolculuğumu soluklandırdım. Küçük çağlayandan düşen suyun sesine, kurbağa vıraklamaları ve kuş cıvıltıları eşlik ediyordu. Ormanın yeşil renginin yansıdığı çaydaki alabalıklar, akıntıya doğru zıplayıp duruyordu. Yanımda olta olmadığına hayıflandım. Gözlerimi ve kulaklarımı, doğa sesleriyle yıkadıktan sonra tekrar yola koyuldum.
Bu Safranbolu’ya kaçıncı gelişimdi acaba? Gezi boyunca sık sık gözattığım, Necdet Sakaoğlu’nun, “Çeşm-i Cihan Amasra” kitabında, 16’ncı yüzyıl Safranbolusu hakkında şunlar yazılıydı:
“İç kısımlarda Safranbolu gelişmekteydi. Şimşir kaşıkları ve tarakları ile ünlenen ve tarak pazarı anlamında Taraklıborlu adını taşıyan Safranbolu, daha sonraları tabaklanmış renkli derileri, dövme bakırı ve en çok da safran ürünü ile tanınmış, bu nedenlede Safranbolu adını almış. Kasaba, padişah üfürüküçüsünden sadrazama dek yetiştirdiği her sıfattan insanları sayesinde, giderek zengin ve bayındır bir havaya bürünmüştür..”
Dört asır öncesinin bu önemli yerleşim yerinde, bir onarım seferberliği vardı. Yenilenen Safranbolu evlerinin sayısında, bir artış olduğunu gözledim. Bir kez daha geçmişteki çizgilerin, bugünün çizgilerinden daha zarif olduğuna karar verdim. Restorasyonu tamamlanmış bir konağın bahçesinde, leziz gözlemeler yedikten sonra, direksiyonu İstanbul’a doğru kırdım...
ZONGULDAK’IN YEŞİLİ TEPELERDE BARTIN’IN GÜZELLİĞİ ARKA SOKAKLARDA
Zonguldak’ın, böylesine yeşil bir kent olacağını nedense hiç düşlememiştim. Belki de ona hep kömür kisvesini giydirdiğimden, siyah rengi daha uygun bulmuştum. Ne kadar yanıldığımı, daha Zonguldak’a gelmeden, Kozlu İlçesi’ni görünce anladım. Tepelerdeki ağaç dallarının arasından denizi seyreden evler, içaçıcı bir görüntü sergiliyorlardı. Aynı manzara ile Zonguldak’ta da karşılaştım. Tepelerdeki sokakları, çınar ağaçlarının dalları sarıp sarmalamıştı. Aralardan bir yol bulup süzülen huzmeler, gölgeleri delik deşik ediyordu. Kentin en güzel göründüğü Fener semtinde, oturup soluklanacak bir kahve iskemlesini boşuna aradım.
Oradan Bartın’a geçtim. Bir zamanlar, kerestecileri, haftada bir kurulan zengin pazarı ve eğitilmiş doğan ve şahin kuşları ile ünlü bu tarihi yerleşim yeri, eski şaşaasının özlemi içindeydi. Bartın Irmağı’nın kıyısında, yabancılardan uzak, kendi kendine yaşayan bu kent de diğerleri gibi, betonlaşma virüsünün tutsağı olmuştu. Merkezde “modern” binalar yükselmişti. Halbuki Bartın’ın arka sokaklarında dolaştığımda, “eskinin estetiği” ile karşılaştım. Cumbalı, pencereleri tahta kafesli evler, birbirine yaslanmış, tüm unutulmuşluğa ve ihmale rağmen, güzelliklerini korumayı becermişlerdi. İmar izni verilirken, yöre mimarisi gözönüne alınsa, kentlerimizin her biri, görenleri “kartpostaldan fırlamışçasına” çarpardı.
Bartın’dan sonra, ormanlık ve virajlı yolları aşıp, önce Amasra’ya, ardından sahil sahil Kurucaşile ve Gidoros’a kadar gittim.
EREĞLİ’NİN ÇITIR PİDELERİ YOLCUYU BAŞTAN ÇIKARIYOR
Çıktığım iki günlük yolculuğun rotası zayıflama telaşında olanlar için biraz sakıncalı. Çünkü yolüstü, hep lezzetli yiyeceklerle dolu. Örneğin Karadeniz Pidesi. Ereğli’nin girişinde, sırasıra dizilmiş pidecilerden hangisine girerseniz girin, lezzeti bulacağınızdan emin olabilirsiniz. Karadeniz sahilinde yediğim pidelerdeki fark, hamurunun kıtır kıtır olması. İstanbul’daki pideler (Fatih’teki Karadeniz Pidecisi hariç) nedense hamur oluyor. Belki de bu fark fırından kaynaklanıyor. Kaşarlı, kıymalı, sucuklu, pastırmalı, kavurmalı, karışık... En bilinenleri bunlar. Bir de özel malzemeler kullananlar var. Örneğin ıspanak, domatesli peynir, otlu peynir gibi. Bir de Bartın da yediğim Trabzon pidesi vardı. Bu pide, lahmacun gibi yuvarlak. Üstüne bol kaşar konup fırına sürülüyor. Pide pişince fırından çıkartılıp, pidenin orasına bir yumurta kırılıyor. Sonra tekrar fırına sürülüp, bir dakika kadar bekletiliyor. Önünüze sarısı az pişmiş bir pide geliyor. Çatalınızı değdirir değdirmez dağılan yumurta sarısı, bütün pidenin üstünü kaplıyor.
Bir de gözlemeler var. Patatesli, pazılı, torba yoğurtlu, peynirli, kıymalı. Gözlemenin içine konacak malzemede, çeşitleme yapmak olası. Hatta sizin arzu ettiğiniz bir iç varsa, onunla bile yapılabiliyor.
Bir de taş fırın ekmeklerini unutmamak gerek. Ben, köy pazarlarından aldığım, inek, keçi ve koyun peynirlerini, patatesli ekmeğe katık edip yemeyi de çok severim. Zaten bazı öğünlerimi böyle geciştirmeyi tercih ettim.