Sana hangi tepeden baksam Donostia
Bask ülkesinin Atlas Okyanusu kıyısındaki en güzel şehri Donostia. İspanyolca ismiyle tanınıyor tüm dünyada: San Sebastian. Bir zamanlar balina peşinde okyanus aşan korkusuz denizcilerin, Franco diktatörlüğüne meydan okuyan demokratların şehriydi. Şimdi Avrupa jet sosyetesinin yazlığı. Şaşırtıcı doğasını, tarihi yapıları, mimarisi ve yemek kültürüyle taçlandırmış. Bir şehir düşünün ki tam 75 gurme kulübü var. Dondurmacısı bile 110 yıllık...
Derin bir nefes aldıktan sonra “Acaba cennet böyle bir yer midir” diye sordu yol arkadaşım. Sıcak bir haziran günü, koyun batı ucundaki tepede, tarihi El Torreon’un terasındaydık. Deniz yüzeyinden 180 metre yükseklikteki kuleden San Sebastian’a bakıyorduk. Müthiş bir manzara ayaklarımızın altındaydı: La Concha koyunun gelgit sonrası genişleyen altın rengi kumsalı, dalgakıran gibi yükselen Santa Klara adacığı, koyun karşı ucundaki Urgull Tepesi, üstündeki Mota Kalesi, görkemli İsa heykeli, bir sonraki körfezde Ulia Burnu, kentin arkasındaki yemyeşil dağlar...
Okyanustan esen serin rüzgar açıklardaki yağmur bulutlarını hızla üzerimize sürüklüyordu. Biraz daha oyalanırsak dönüş yolunda sırılsıklam olacaktık ama umrumuzda değildi. Kuşbakışı koyda sörf yapanları, kumsalda yürüyenleri, bulunduğumuz Igueldo Tepesi’ne tırmanan turist otobüslerini izliyorduk. Tepeye çıktığımız asırlık fünikülerin kırmızı vagonu sessizce aşağıya iniyordu...
YAĞMUR CENNETE SÜRÜKLEDİ
THY’nin gidiş-dönüş 320 TL’lik biletinin cazibesine kapılıp kendimizi Bilbao’da bulmuştuk. Yağmurlu bir gündü. Havaalanından sonra, şehirlerarası otobüs terminalinden kent merkezine ulaşmanın yollarını ararken birden şeytan dürtmüştü. Yağmurda ancak müze gezilirdi. O gün pazartesiydi ve hepsi kapalıydı. Hareket saati panosunda San Sebastian yazıyordu. Otobüsün kalkmasına 10 dakika vardı. Bilet alıp üstünde “Donostia” yazan otobüsün önünde beklemiştik bir süre. O kadar hazırlıksızdık ki, şehrin Baskça adını bile bilmiyorduk. Kadın şoförden onay alsak da otobüse binmekte çekinmiştik. Yemyeşil tepeleri, vadilere saklanmış kasabaları aşıp kente ulaşmamız bir saat sürmüştü. Sahildeki katedralin yakınındaki bir apartmanda, geceliği 50 Euro’ya temiz, aydınlık bir pansiyon odası bulmamız ise sadece 45 dakikamızı almıştı. Hemen kendimizi sokaklara atıp limanın bitişiğindeki tarihi bölgeyi gezip, Urgull Tepesi’ndeki kaleye ve zirvesindeki kiliseye tırmanmıştık. Serpiştiren yağmura karşın, yüksek çınar, meşelerle kaplı tepenin tarihi taş yollarında emekliler akşam yürüyüşüne çıkmıştı. Öylesine bakir bir koruydu ki, yerde dağ çilekleri gördüğümüzde gözlerimize inanamamıştık. Parmağına paratoner iliştirilmiş 62 yıllık dev İsa heykelinin görkemine diyecek yoktu. Altındaki balkondan okyanusun, kayalıkların, koyun, ortasındaki küçük adanın ve La Concha kumsalının manzarası soluk kesiciydi. Tarihi kalenin üstünde asırlık sığla ağaçlarının sıralandığı manzara terasları vardı. Burada saatlerce oturup okyanusu, dağları seyredebilirdim. Basklar da dağlarıyla gurur duyuyor olmalıydı. Metal bir panoda çevredeki 10 civarındaki dağ işaretlenmiş, irtifaları yazılmıştı. En yükseği 1100 metreydi.
İşte oradan görmüştüm tarihi kuleyi. Koyun diğer ucundaki tepede, mimarisi hastaneyi çağrıştıran Mercure Oteli’nin arkasında yükseliyordu. Internette rastladığım Donostia fotoğraflarının oradan çekildiğini fark edip, ertesi sabah ilk iş Igueldo’daki kuleye tırmanmayı aklıma koymuştum... Terasa ayak basana kadar huzursuzdum. Bir şeyleri kaçırdığımı hissediyordum. O anda birden tuhaf şekilde huzura kavuştum...
KULENİN MERDİVENİNDE ÇAĞLAR ARASI YOLCULUK
Igueldo Tepesi, 1500 yıl önce balıkçıların gözlem noktasıydı. Balinaların kışlamak için körfeze gelmesini beklerlerdi. O balıkçılar ki Hıristiyanların perhiz zamanlarında tüm Avrupa’yı tuzlanmış balina etiyle doyurdu. Vikinglerden morina avlamayı, kurutmayı öğrenip kuzeye yelken açtı, Amerika’ya ulaştı. El Torreon o denizcilere yol göstermek için 18’inci yüzyılda yapılmıştı. Fener nöbetini 1855’te önündeki uçuruma yapılan ikinci kuleye devredince seyir terasına dönüşmüştü. 2 Euro ödeyip, El Torreon’un merdivenlerinden çıkmaya başlayanlar duvarlardaki fotoğraflarla Donostia tarihinde 200 yıllık yolculuğa çıkıyordu: İlk balıkçı evleri, aileleri, 19’uncu yüzyıl başında kumsalda gezinen, denize giren şık zenginler, onlar için yapılmış ahşap yapılar, iskeleler, Fransız işgali, onların kaleleri, 1850’lerden bu yana yapılan kürek yarışları, balina avcıları...
Yağmur bulutları doğuya kaymış, güneş yüzünü göstermişti. Serin rüzgara rağmen kuleden inmek istemiyordum. Victor Hugo’nun dert edinmediği bir konu takılmıştı aklıma. 1843’te kente geldiğinde “Sağda bir burun, solda bir burun, iki körfez, ortada adacık, denizin içine doğru yükselen bir dağ, eteklerinde şehir. İşte size San Sebastian... İlk bakışta büyüleyici, ikinci bakışta epeyce heyecan verici” diye yazmıştı... Notlarında at nalı gibi kıvrılan, kıyısında bülbüllerin öttüğü Urumea Nehri’nden, meydan ve geniş caddelerini satranç tahtasına benzettiği şehirden söz etmişti. Fakat şehrin Igueldo’dan mı, Urgull’dan mı daha güzel göründüğünün üzerinde hiç durmamıştı. Ben ise karar veremiyordum...
Fünikülere dönüş biletimiz olduğu halde tepeden kıvrılarak inen yola girdik. Katır tırnaklarının sarıya boyadığı yoldan fenere ulaştık. Orta yaşlı bisikletçiler, koşucular, nadiren otomobiller geçiyordu yanımızdan. Altımızda, okyanus dalgalarının dövdüğü üç kayadaki “Rüzgar Tarağı” heykelleri bir görünüp bir kayboluyordu.
Aşağıda, yol boyunca sempatik mimarisiyle dikkat çeken evler sıralanmıştı. Kimi masal şatolarına kimi Alp evlerine benziyordu. Sahilden, koyun ortasındaki Miramar Sarayı’na doğru yürüdük. Kumdan heykel yapan bir sokak sanatçısı kıyıya dinazor büyüklüğünde timsah ve güzel bir kale oturtmuş, önünde şapkasını açmış para topluyordu. Geçen yüzyıldan çok güzel art nouveau villaların önünden geçip müzenin çim kaplı bahçesine çıktık. Tuğla rengi binanın açık üst kat camından Coltrane’in “Naima”sı duyuluyordu. Alkışlardan anladığıma göre, bir caz üçlüsü konser veriyordu. Fakat binanın ana kapısı kapalıydı. Arkaya dolaştım başka bir giriş bulmak için. Yüksek at kestanesi ağaçlarıyla çevrili bahçede bu kez Schubert’in sonatı çalındı kulağıma... Wikitravel’da “Miramar’ın bahçesinden denizi seyredin, manzarayı unutamayacaksınız” yazıyordu. Fakat konservatuvara dönüştüğü belirtilmemişti. Belediye binası sanıyordum. Oysa, Kraliçe Maria Cristina’nın sığınağı bahçesinde bülbüller öten, duvarlarında müzik çınlayan bir kültür durağıydı artık. Diğer konser salonları, kültür merkezleriyle birlikte San Sebastian’ın Avrupa Kültür Başkenti titrini alacağı 2016’yı bekliyordu.
KIŞKIRTICI IHLAMUR KOKUSU
Güneş açıp, okyanus çekilince kumsalda yürüyenlerin, koşuya çıkanların sayısı artmıştı. Öylesine kışkırtıcıydı ki dayanamadık. Sahile indik, ayakkabılarımızı çıkardık, paçalarımızı sıvadık. Su beklediğimden ılıktı. Zaten Donostia’da deniz ve hava hiçbir zaman Endülüs kadar ısınmıyordu. Dalgalar ayaklarımızı okşuyor, duraklayınca altın renkli kuma gömülmeye başlıyorduk. Romantik çiftlerle turistlerin yanı sıra çok sayıda Donostia’lı yürüyordu. Bu şehirde spor yapmak, su içmek kadar doğal ihtiyaçtı. Sahil mesai saatlerinde bile koşucu, bisikletçi, sörfçü, kürekçilerle doluydu. Limandan rıhtıma çıktığımızda saat 18.00’e geliyordu. Bir gün önceden tecrübeliydik. Alacakaranlık saat 22.00’de gelecekti. İşten çıkanlar sahile inmiş, Belediye Sarayı’nın çevresindeki yaşlı sığla ağaçlarıyla süslü park kalabalıklaşmıştı. Meşhur kürek takımlarının tüm gün ofiste çalışan üyeleri teknelerini antrenman için denize indiriyordu. Çocuklar terör kurbanları anısına dikilen anıtın çevresinde koşturuyor, Don Kişot heykelinin tepesine tırmanıyordu. Bir ara kulağıma “What a Wonderful World” çalındı. Sanki bir kurgunun içine düşmüştüm. “Bu kadar da olamaz” diye düşündüm. Müziğe doğru yürüdüğümde mavi banktaki yaşlı trompetçiyi, yanındaki akordeoncuyu, önlerindeki boş şapkayı gördüm. İçine 1 Euro koydum. Öyle sevindiler ki, daha fazla vermediğime pişman oldum...
Limanda, tarihi bölgenin dar sokaklarında yürüyüp tapas barların iştah açan, yoldan geçenleri içeri girmeye kışkırtan tezgahlarını seyrettik. Balkonlara çıkarılan kafeslerde adeta birbiriyle yarışırcasına öten kanaryaları dinledik. Akşam sanki tüm şehir barlardaydı. Ayakta bira içen, tapas atıştıranların neşesine diyecek yoktu. Birkaç sokak sadece gençlerin barlarına ayrılmıştı. Manzaraya bakılırsa, 1980’lerin terör günleri çok geride kalmıştı. Cesur balina avcılarının, mahir tekstilcilerin torunları bugün hızlı endüstrileşme, film festivaliyle gelen şöhretin pompaladığı turizm sayesinde refah içinde yaşıyordu. İspanya’yı sarsan kriz sanki şehre hiç uğramamıştı. Tarihi sokaklarda yürürken taş duvarlardan fışkıran rengarenk yaban çiçeklerine, 236 yıllık Azize Mariya Bazilikası’nın ön cephesindeki taş işçiliğine hayran kaldık. Turistik hediyelik satan mağazalar azınlıktaydı. Butikler, kütüphane, kitapçılar, bakkallar, pastanelerin arasında ayakkabı tamircisi, tuzlanmış balık satıcısı gibi dünün dünyasından izleri gördük hayretle...
Akşam yemeğinden önce soluklanmak için Belediye Sarayı’nın arkasındaki meydanda bir kafeye oturduk. Mis gibi ıhlamur kokusu geldi burnuma. Başımı kaldırdım. Silme çiçek dolu ıhlamur ağaçlarının altındaydık...
Şunu düşündüm: Hayatımda başa sarıp, tekrar tekrar yaşamak isteyeceğim böyle kaç gün vardı acaba?
NEHİR VE GÖL KIYISI FARKLI BİR DÜNYA
Donostia iç içe geçmiş, birbirinden farklı birkaç şehir gibi. Sahili ve tarihi bölgesi eski balıkçı kasabası, yeni tatil beldesi dokusunu koruyor. Uremea Nehri’nin kıyısındaki bulvarlar, yürüyüş yolları, göl kıyısındaki parklar, binalar ise orta Avrupa şehirlerini çağrıştırıyor. 12’nci yüzyılda kurulan, tarihi boyunca Portekiz, Fransız, İngiliz işgaline uğrayan, büyük yangınlarda kül olan, savaşta iki kez büyük bölümü yıkılan şehrin merkezi 1914’te Paris örnek alınarak yeniden planlanmış. Buen Pastor Meydanı’ndaki kemerler Rue de Rivoli’den, Maria Cristina Köprüsü ise Seine Nehri’ndeki Pont Alexandre Köprüsü’nden esinlenerek yapılmış. Köprünün yanıbaşındaki garın çatısını Gustave Eiffel tasarlamış. Merkezdeki gotik katedral, Köln Katedrali’ni çağrıştırıyor. Nehrin batı yakasında, Pablo Neruda Parkı’nın da bulunduğu bölgede art nouveau cepheli apartmanlar çoğunlukta. Eski apartmanların ön cephesi korunarak içleri yenileniyor. Şehrin en büyük kültür merkezi de nehrin denizle birleştiği noktada.
YILDIZLI LEZZETLER
Donostia, bir lezzet şehri. Gurmelerin, aşçıların resmi protokolde bile yeri var. Şehrin en büyük kutlaması Aziz Sen Sebastian Günü’nde 75 gurme kulübünün üyeleriyle aşçılar sokaklardan geçen kortejin en önünde beyaz önlükleri, şapkalarıyla yürüyor. 19 Ocak’ta gece yarısı başlayan, 24 saat süren şehrin isim günü kutlamaları lezzet şölenine dönüşüyor. 19’uncu yüzyıldan itibaren kurulmaya başlayan gurme kulüpleri son yıllara kadar sadece erkeklere açıktı. Her cumartesi toplanıp yemek pişiren kulüplerde hâlâ mutfağa kadınların girmesi yasak. Donostia, Michelin yıldızlı restoranlarıyla da tanınıyor. Üç yıldızlı beş restorandan en ünlüleri: Anzak (www.arzak.info), Akalere (www.akelarre.net), Berasategu (www.martinberasategui.com), Mugarz (www.mugaritz.com). Bu restoranlarda tadım mönülerinin fiyatları 200 Euro’yu buluyor. Daha ekonomik öğünleri tercih edenler, tarihi bölgedeki restoranlara gidiyor. Mönülerde deniz ürünleri, balık kadar et çeşitleri de bulunuyor. Kalamar, ahtapot, sübye, mürekkep balığı bol. İsmi farklı olmakla birlikte Endülüs’ün paella’sı burada da popüler. Neredeyse tüm restoranlar öğlen standart fiyatlı, ikişer seçenekli günün mönüsünü (Menu del Dia) sunuyor. Çoğu bunu akşam da uyguluyor. Kişi başı 10 - 30 Euro’ya tatlı ve şarap dahil, şaşırtıcı lezzetler tatmak mümkün. Tapas barlar bir başka seçenek. Çıtır fırancala dilimlerindeki peynir, et, balık, sebze karışımları hem gözü hem mideyi doyuruyor. Eğer ekmek yemekten şikayetçi değilseniz, 10 Euro’ya birkaç farklı lezzet tatmak mümkün. Zumardia Bulvarı’nda, Viski Müzesi’nin hemen karşısındaki La Bretxa’nın önünde her gün saat 14.00’e kadar pazar kuruluyor. Burada köylü kadınlar leziz yerel peynirler satıyor. Şehrin en ünlü gurme mağazası, tarihi kentteki La KoxKera. Küçük mağazada kurutulmuş balık ve havyar satılıyor. İtalyan Dondurmacısı Arnoldo, Zumardia Bulvarı ile Garibai Caddesi’nin kesiştiği köşede. Duvarında geçen yüzyılın başında sahilde ailece dondurma satan Bay Arnoldo’nun fotoğrafı asılı. Kasadaki yaşlı hanım, fotoğraftaki küçük erkek çocuğunun kızı... Yerel turizm ofisi 18 Euro’ya tadım içeren, günlük lezzet turları (www.sansebastianturismo.com), San Sebastian Food adlı kuruluş ise yöre mutfağını ve şaraplarını tanıtan etkinlikler düzenliyor. (www.sansebastianfood.com)
ÇİPURANIN ENSESİ KALINI MAKBUL
Bask gurmeleri için çipura, balıklar aleminde çok özel bir yere sahip. İlk gurme kulüpleri Çipura Dostları Derneği (Besuguin-a Lagunak) adıyla kurulmuş. En makbul çipuranın taşıması gereken özellikler uzun zaman tartışma konusu olmuş. Kentin ünlü gurmelerinden Manuel Carves-Mons, 1933’te yazdığı kitapta konuya açıklık getiriyor: “Kaliteli çipuranın başı küçük, ensesi kalın olmalı. Mutlaka büyük olması gerekmez...”
NASIL GİDİLİR
THY, haftanın dört günü İstanbul’dan Bilbao’ya direkt uçuyor. Çift yön biletler temmuzun ilk yarısında 508 TL’den başlıyor. Aynı dönemde aktarmalı uçan Lufthansa’da 810 TL, İberya’da 876 TL’den başlıyor. Bilbao Havaalanı’ndan 30 dakikada bir kalkan otobüsle Bilbao Otogarı 2 Euro, taksiyle 30 Euro. Pesa firması 30 dakikada bir iki kent arasında sefer yapıyor. Bilet fiyatı 15 Euro. (www.pesa.net) Şehir yürüyerek gezilecek büyüklükte. Turizm bürosundan günlük 8 Euro’ya bisiklet kiralamak mümkün.