Sekiz günde, üç şehir, dünya çevresinde 40 bin kilometre
Birkaç arkadaşımla hayal ettiğimiz “Dünya Seyahatini” nihayet gerçekleştirdik. Amacımız, İstanbul’dan çıkıp, sürekli batıya giderek tekrar İstanbul’a dönmekti. Bilet fiyatlarının yüksekliği ve zamansızlık nedeniyle bu yolculuğu sürekli erteledik.
Daha sonra THY imdadımıza yetişti, indirim yaptı, dünyayı dolaşacağımız biletleri toplu olarak İstanbul’dan almamızı sağladı. İstanbul-Los Angeles uçuşunu THY ile yaptık. Daha sonraki etapta Honolulu seferini daha ucuz fiyat veren Hawaiii Havayolları ile gerçekleştirdik. Üçüncü etapta Tokyo’ya Çin Havayolları’yla ulaştık. Son etapta, tek biletle bu turu yapmamızı sağlayan THY’deydik. Bu gezide, uzun süreli uçuşların sıkıntısı, saat ve iklim farklılıkları, koşuşturmanın verdiği yorgunluk yüzünden biraz sarsıldık. Ama gördüğümüz muhteşem manzaralar, damak çatlatan yemekler, tanıştığımız ilginç insanlar, kentlerin arka sokakları, her birinde ayrı bir öykünün yazıldığı barlar, güneş batımı, kavurucu sıcak, lapa lapa yağan kar tüm yorgunluğumuzu aldı götürdü. Devr-i Alemimiz tam 8 gün sürdü. Gördüğüm ülke ve kent listesi biraz daha uzadı. Paul Auster’ın son kitabı “Kış Günlüğü”ndeki üslubundan da esinlenerek size bu gezimi anlatacağım.
Los Angeles’ın kalbi sinema için atıyor
Porciuncula Melekler Kraliçesinin Kenti... Evet, Los Angeles’in gerçek ismi bu. Okyanus kıyısındaki uçsuz bucaksız plajlar, Sunset’in barları, Hollywood ve Oscar törenlerinin unutulmaz sineması Kodak...
Dünya turunun ilk durağı Los Angeles’a geldiğinde, ılık ve güneşli havanın seni beklediğini görüyorsun. İyi bir başlangıç, diye geçiriyorsun içinden. Saatin öğleden sonra üçü gösteriyor. Zaman 10 saat geri gitmiş. İstanbul’da olsam şimdi uykunun derinliklerinde dolaşıyordum, diye düşünüyorsun. Son 10 saati yeniden yaşayacaksın.
Los Angeles’e ikinci gelişin. Yıllar önceki gelişinden anımsadıkların hayal meyal. Aklında, Amerika’nın, belki de dünyanın bu en çok bilinen kentinin kuruluş yılından bilgi kırıntıları kalmış nedense. Örneğin,1781 yılının 4 Eylül günü küçük bir köy olan Los Angeles’in nüfusunun, Meksika’dan gelen 12 erkek, 11 kadın ve 21 çocuktan oluştuğunu eski not defterine yazmışsın. İyi ki bu defterleri saklamışım, diye geçiriyorsun içinden. Bir önceki geziyle son gezi arasında kıyaslama yapmana olanak sağlıyor o eski notlar. Sayfaları karıştırdığında, kentin asıl adının ne kadar uzun olduğunu anımsıyorsun: El Pueblo de Nuestra Senora la Reina de Los Angeles de Porciuncula (Porciuncula Melekler Kraliçesinin Kenti).
Altı şeritli “freeway” de, Santa Monica’daki kalacağın otele giderken trafiğin hiç değişmediğini görüyorsun. Binlerce araba adım adım ilerliyor. Ne işe gidiş ne de işten dönüş saati. Günün en ölü anlarından birinde gidiyorsun oteline. Ama yine de tıkalı işte. Günde 8 milyon aracın yollara döküldüğü bir kentte, böylesine delirtici bir trafiğin normal olduğunu düşünüyorsun. İstanbul’un buradan kalır yanı mı var, diye geçiriyorsun içinden.
Başını cama yaslayıp, kentin geçmişine dalıp gidiyorsun yeniden. Otelinin bulunduğu Santa Monica’nın, 1930’larda poker, bingo salonları, kumarhane tekneleri, batakhaneler bölgesi olduğunu okumuştun. Şimdi ise lüks apartmanlar, şık butikler, adı bilinen lokantalar yanyana dizilmiş.
DÜŞ KIRIKLIĞI
Otelde fazla vakit geçirmiyorsun. Çünkü bu kenti bir daha gezmek için sadece iki günün var. Çantanı bırakıp, soluğu deniz kıyısında alıyorsun. Kimseye çaktırmadın ama sahilde koşan bikinili güzel kızları görme umudun var. Mevsimin kış olduğu aklından çıkmıştı galiba. Güzel kızlar koşuyor ama bikini yerine eşofmanlarını giymişler.
Bir banka oturup, uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusu’nda güneşin batışını seyrediyorsun. Gökyüzünün tüm güneş batışlarındaki gibi rengarenk olduğunu görüyorsun. Uçsuz bucaksız plaj, sahile vuran beyaz köpüklü dalgalar, koşanlar, dalgaların üstünde kayıp giden sörfçüler, melonkolik palmiyeler ve renkli ışıklarıyla dönüp duran dönme dolap... Film karesi gibi diye düşünüyorsun.
Karanlık basınca kalkıp, gece hayatının akıp gittiği Sunset Bulvarı’na gidiyorsun. Yorgunluk, omuzlarına ve göz kapaklarına olanca gücüyle bastırıyor. Önüne çıkan bir bara oturup, güzel barmenden bir bardak Kaliforniya kırmızısı istiyorsun. Niyetin, Amerika’nın en rezil ama sence en iyi yazarı Charles Bukowski’nin şerefine kadeh kaldırmak. Onun yaşam öykülerinde, Sunset barlarında akla hayale gelmedik rezillikler yaptığını okumuştun.
Bukowski’yi düşünürken uyuklamaya başladığını görünce hesabı ödeyip kalkıyorsun. Saatine bakıp üstüne 10 saat koyunca, İstanbul’da neredeyse öğle olmak üzere olduğunu görüyorsun. Yatağına düşerken artık şuurunun kapandığını hissediyorsun. Karanlık, rüyasız bir uykunun içinde kaybolduğunu fark etmiyorsun bile.
HOLLYWOOD’TA GEZİNTİ
Ertesi gün yataktan adeta sökülerek kalkıyorsun. Programın oldukça yoğun. Gezecek, görecek ve yiyeceksin. Rehberin seni önce Hollywood’a götürüyor. Tepedeki ünlü Hollywood yazısını görünce ilk seferki gibi heyecanlanmıyorsun. Yıllarca önce, rehberin yazıyı görebilmeniz için işlek bir caddede otobüsü durduğunu, çok kısa bir süre zamanınız olduğunu söylediği için, yazının fotoğrafını çekme kargaşası yaşandığını, itiş kakış yüzünden Hollywood yazısını bir türlü bir kareye sığdıramadığını, onun yerine bol bol ense fotoğrafı çektiğini hatırlayınca gülümsüyorsun.
Yazıyı tepeye terk edip, 1911 yılından beri dünya sinemasının kalbi olan Hollywood Bulvarı’nda yürümeye başlıyorsun. Bulvar üzerinde, Uzakdoğu tapınaklarını andıran kırmızı renkli bir binanın önünde duruyorsun. Burası Çin Tiyarosu. Yani Hollywood filimlerinin ilk gösterime girdiği yer. Kalabalığın arasına karışıyorsun. Binanın bahçesindeki taşların üstünde, starların el izleri ve imzaları yer alıyor. Meryl Streep’in taşının önünde duruyorsun. Çömelip, avuçlarını onun küçük el izlerinin üstüne bastırıyorsun. Taşın soğuk temasının, içinde kıpırdanan sıcak hisleri bir anda dondurduğunu hissediyorsun.
Sonra, Hollywood Walk of Fame adı verilen kaldırımda, taşların üstüne kazınmış isimleri okuya okuya yürümeye başlıyorsun. Bildiğin, hayran olduğun hemen herkesin isminin o taşlara kazınmış olduğunu görüyorsun. Oscar ödül törenlerinin değişmez mekanı Kodak Sineması’nın önünde yorgunluktan pes ediyorsun ve rehbere artık gitmek istediğini söylüyorsun.
ÜNLÜLERİN SANDVİÇCİSİ
Rehberin seni önce, LaBrea Bulvarı’ndaki “Pink’s Hot Dogs”a götürüyor. Burası, önünde uzun kuyruk olan küçük bir mekan. Sen de kuyruğa giriyorsun, sıran geldiğinde Chili Dogs ve kola ısmarlıyorsun. Tabağındaki koca sosisli sandviçle bir masaya oturuyorsun. Rehberin bu mekanın, Los Angeles’in en önemli lezzet duraklarından biri olduğunu, 1939 yılından beri aynı yerde sosis sattığını anlatıyor. Duvarlarda ünlülerin imzalı fotoğraflarını görüyorsun. Dizilerden, sinemadan, televizyondan tanıdığın tüm yüzlerin burada sosisli sandviç yediklerini öğrenince, tabağındaki sandviçin tadının değiştiğini zannediyorsun.
Sonra rehberin seni ünlü alışveriş caddesi Rodeo Bulvarına götürüyor. Dünyanın en ünlü mağazalarının sıralandığı bu caddeyi pek sevmiyorsun. Önünde sarı bir Ferrari bulunan Bijan mağazısının önünden geçerken, Turgut Özal’ı hatırlıyorsun. O, kısa boylu ve şişman adamın bu lüks mağazadan giyinmesini hep garipsediğin akılan geliyor.
Ertesi gün Hawaii’ye gideceksin. Lezzetli bir yemekle kente veda etmek istiyorsun. Ünlü aşçı Wolfgang Puk’ın “Cut” adlı restoranında, ızgara et ve Kaliforniya kırmızısı ile geceye noktayı koyuyorsun.
Gökyüzünde 41 saat
Devr-i Alemi tamamlayabilmek için uzun uçuşlar yapmak gerekti. İstanbul-Los Angeles arası 14, Los Angeles-Honolulu 5 saat 30 dakika, Honolulu-Tokyo 9, Tokyo-İstanbul arası ise 12 saat sürdü. Her ne kadar lezzetli yemekler, içkiler ikram edilse de, vizyondaki filimler gösterilse de, koridorlarda yürüyüşe çıkılsa da zaman geçmek bilmedi. Bu yazıda dünya turu sırasında çetiğim “uçuş sıkıntısını” sizlere anlatmaya çalışacağım.
Çok uçak yolculuğu yaptın ama ilk kez bu kadar uzun uçacaksın. Pilotun söylediğine göre, kesintisiz 14 saat sürecek. Hatta fazladan bir dakikası daha var. Pek endişe etmiyorsun. 11 - 12 saat süren uçuşların olmuştu. Sigara tiryakilerini düşünüyorsun. Bir zamanlar sen de tiryaki olduğun için, nikotin krizinin ne demek olduğunu çok iyi biliyorsun. Gerçekten de onlar için zor uçuş, diyorsun içinden.
Uçak havalanırken, bu gövdenin bu kadar yükle nasıl uçtuğunu düşünüyorsun. Tüm fizik kanunlarına rağmen aklın bunu bir türlü kabul edemiyor. Uçağın bir an önce yeterli yüksekliğe gelmesini istiyorsun. Çünkü servis başlar başlamaz hemen bir kadeh kırmızı şarap isteyeceksin. Uçmaktan korkmasan da rahatlamak istiyorsun.
Küçük pencereden bakıyorsun ama bulut kümelerinden başka bir şey görmüyorsun. Uçsuz bucaksız bir beyazlık. Sürekli tek yöne dönen boynun ağrıyınca, dışarıya bakmaktan vazgeçiyorsun. Canın film seyretmek istemiyor. Nedense uçakta film seyretmekten hoşlanmıyorsun. Biraz kitap okumaya çalışıyorsun. Sonra IPad’ini açıp, kendini aptal oyunlardan birine kaptırıyorsun.
İki saatten fazla yerinden hiç kalkmadın. Ayaklarının uyuştuğunu hissediyorsun. Aklına doktorunun söyledikleri geliyor. Korkuyorsun. Uzun süre hareketsiz oturunca, kanın pıhtılaşacağı, o pıhtının vücudunun her hangi bir yerinde damarını tıkayacağı yolundaki uyarılar aklına geliyor. Hemen yerinden kalkıp, koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyorsun. Başka yürüyenler de var. Onlara selam veriyorsun.
UÇAK HIZLI ZAMAN YAVAŞ
Sonra yerine oturup, tekrar pencereden aşağıya bakıyorsun. Bulutlar aralanmış. Karlı topraklar görülüyor. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla akan nehirler donmuş. Bunu, ışığın gümüş renginde yansımasından anlıyorsun. Sonra Norveç fiyortlarını görüyorsun. Daha doğrusu pilot anonsunda öyle söylüyor. Donmuş fiyortlar, karlı dağlar, derin vadiler, buz tutmuş küçük göller. Kimsenin olmadığı bembeyaz bu dünya ürkütüyor seni. Sonra Grönland’ın buzlu topraklarını seyrediyorsun. Kar ve buz, tüm detayları örttüğü için biteviye uzanan beyazlık gözlerini yoruyor.
Yolcuların çoğu uyuyor. Işıklar söndürülünce kabin kararıyor. Karanlıkta içindeki sıkıntının daha da artığını hissediyorsun. Hostesten bir bardak şarap daha istiyorsun. Şaraptan sonra bir de konyak. Amacın bir an önce sızmak. Çünkü zaman çok yavaş akıp gidiyor.
Uyandığında batmayan güneşin tekrar doğduğunu görüyorsun. Önce kızıl bir çizgi, ardından bir yangın yeri gibi kızıl gökyüzü. Renkleri saymaya çalışıyorsun; kırmızı, sarı, mavi, eflatun, mor, hepsi birbirinin üstünde. Böylesine muhteşem güneş doğumunu hiç görmediğini düşünüyorsun.
Yanındaki arkadaşın, aşağıdaki buzlu görüntünün, Kanada’nın kuzeyindeki Baffin Denizi olduğunu söylüyor. Avrupa kıtasını, Atlas Okyanusu’nu geride bıraktığınızı düşünüp, biraz rahatlıyorsun. Ama önünüzde geçecek koca bir Amerika Kıtası daha var. Düşününce içini yeniden sıkıntı basıyor. Yeni doğan güneş, Baffin Denizi’ni erguvan rengine boyuyor. Bakınca, denizin üstündeki derin yarıkları görüyorsun. Önündeki ekrandan Los Angeles’e altı saat kaldığını okuyorsun. Uçağın hızı saatte 901 kilometre, yükseklik 11 bin metre, dışarıdaki sıcaklık eksi 60 derece. Çok hızlı uçtuğunuzu düşünüyorsun ama zaman çok yavaş akıp gidiyor.
Tekrar yürüyorsun, tekrar kitabın sayfalarını çeviriyorsun, IPad’inde yeni bir oyun buluyorsun, tekrar uyumaya gayret ediyorsun. Ne yaparsan yap, zaman bir türlü geçmiyor.
Haritaları çok iyi bilen arkadaşın, Amerika’nın en kuzeyindeki kimsesiz toprakların üzerinden geçtiğimizi söylüyor. Birden hep oralara gitmek istediğini hatırlıyorsun.
SIERRA NEVADA’NIN DERİN KANYONLARI
Uzun süre sonra, kimsesiz toprakların ortasından ip gibi uzanan yolları görüyorsun. Yolun kıyısında küçük köyler var. Köyde yaşayanların yalnızlıkları, bu kadar yüksekten bile belli oluyor. Oradaki yaşantıları düşlemeye çalışıyorsun. Filmlerdeki acımasız yaşamlar aklına geliyor. Acaba gerçek yaşam da böyle acımasız mı, diye aklından geçiriyorsun.
Karlı topraklar yavaş yavaş sona eriyor. Dağları ve ormanları görmek hoşuna gidiyor nedense! Aşağıdaki dağların heybeti, bu kadar yüksekten bile belli. Arkadaşın o dağların Sierra Nevada olduğunu söylüyor. Derin kanyonlar, zirvedeki küçük göller, uçsuz bucaksız ormanlar seni çağırıyor sanki. Birden orada olmak için can attığını hissediyorsun. Bu vahşi doğada kaybolmanın hayalini kuruyorsun.
Sierra Nevada ismi seni çok eski yıllara götürüyor. Aklına birden Tomiks, Teksas, Kinova, kovboy filmleri, Kızılderililer geliyor. Bu dağların isminin sana neden bunları çağrıştırdığı sorusunun yanıtını bulamıyorsun. Sonra uçsuz bucaksız tarlaları görüyorsun. Sararmış tarlalar. Yukarıdan birbirine dikilmiş renkli kumaş parçalarına benzetiyorsun.
Uçak nihayet alçalmaya başlıyor. Ayakkabılarını giymekte zorlanıyorsun. Ayakların davul gibi olmuş. Koltuğunun arkasını kaldırıyorsun, kitabını, defterini, IPad’ini toparlıyorsun. Aslında uçağın inmesine daha bir saat var. Dakikalar bir türlü geçmiyor. Gözün hep saatine kayıyor.
Los Angeles’in banliyöleri görünüyor nihayet. Gözlerini açmakta zorlanıyorsun. Türkiye’de olsan neredeyse uyanıp, bir sonraki güne başlayacaktın. Halbuki şimdi bir önceki günün öğleden sonrasını yaşıyorsun. 10 saat geridesin yani. Vücudunun şaşkınlığını nasıl gidereceğini düşünüyorsun.
Nihayet uçak piste değiyor. Önündeki ekrana baktığında yolculuğun 14 saat 02 dakika sürdüğünü görüyorsun. Devr-i Alem’in ilk ve en uzun etabını bitirmenin rahatlığı ile etrafına gülücükler yağdırıyorsun.
Çantanı alıp, Los Angeles’in kalabalığına karışmak için koridorları hızlı adımlarla aşıyorsun.
Ocakta Honolulu’da yazla kucaklaşma
Yıllardır bu ülkeye ayak bastığında seni boyunlarında çiçekten yapılma çelenklerle güzel Hula dansçılarının karşılamasını düşlemiştin. Dansçılar yoktu, Waikiki sahili çok kalabalıktı. Akşam, bir plaj barında, bakır renge bürünmüş denizi seyrederken, buz gibi soğuk Banana Daiquiri yudumlarken tüm olumsuzlukların silinip gittiğini hissettin...
Los Angeles’ten kalkan Hawaiii Havayolları’nın uçağı, 5,5 saatlik uçuştan sonra Honolulu Havaalanı’na doğru alçalırken başını pencereye dayayıp, bir şeyler görmeye çalışıyorsun. Ama karanlık izin vermiyor. Sonra bir ışık seli karşına çıkıyor. Böyle bir görüntüyle karşılaşmak nedense pek hoşuna gitmiyor. Daha bakir bir kentle karşılacağını düşlemiştin çünkü.
Uçağın kapısından çıkınca, sıcak bir rüzgarla sarmaş dolaş oluyorsun. Ocak ayındaki bu sıcak karşılama çok hoşuna gidiyor. Kışın ortasında yazı yaşayarak vücudunu şaşırtmayı oldum olası seviyorsun.
Artık en yakın kara parçasına tam 4 bin kilometre uzaktasın. Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki bu küçük adaları haritada ne zaman görsen, seni huzura sürükleyen düşler kurardın. İşte şimdi bu düşlerin tam ortasındasın.
Dev otelin dev lobisinde, etek ceket giymiş bir kadın, boynuna çiçeklerden yapılmış bir çelenk takıyor. Halbuki sen, yıllar boyu, kıvır kıvıran Hula dansçılarını hayal etmiştin. O güzel kadınlar dans ederek seni karşılayacak, boynuna çiçekten halkalar takacaktı. Bu görüntüler, kaç kere seyrettiğini unuttuğun Elvis Presley’in “Blue Hawaii” filminden aklında kalmıştı.
Odanın balkonundan baktığında, karanlığın içinden gelen dalga seslerini duyuyorsun. Gece, başka şeyleri görmene izin vermiyor. Yatağa girdiğinde, İstanbul’dakilerin şu an öğle yemeği yediğini düşünüyorsun. Türkiye’den 12 saat öncesini yaşadığını hesaplarken, uykunun kolları boynuna dolanıyor.
DALGALAR VE SÖRFÇÜLER
Sabah çok erkenden uyanıyorsun. Saat farklarının seni yorduğunun, uyku düzenini alt üst ettiğinin farkına varıyorsun. Güneş daha yeni doğuyor. Otelin, kentin en turistik yerinde, Waikiki sahilinde. Balkona çıkıyorsun, karşında uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusu duruyor. Yüzlerce sörfçünün bu saatte dalgalarla oynaştığını görüyorsun. Etrafa bakınca gördüklerin seni pek heyecanlandırmıyor, düş kırıklığına uğradığını düşünüyorsun: Kilometrelerce kumsal, kumsalın kıyısına sıralanmış devasa büyüklükteki oteller... Tıpatıp Antalya, diyorsun kendi kendine.
Şortunu, kısa kollu gömleğini giyip kahvaltı salonuna iniyorsun. Açık büfeden bir şeyler almak için itişen turistleri görünce iyice canın sıkılıyor. Türkiye’de büyük otellere bu yüzden gitmiyordum, Hawaiii’de tam ortasına düştüm, diye söyleniyorsun kendi kendine. Denize yakın bir masaya oturup, elindeki rehber kitaptan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorsun: İlk öğrendiğin şey buranın ilk sakinlerinin, 4 bin yıl önce Höksüle denen ilkel yelkenlilerle Samao ve Tonga adalarından gelen yerliler olduğu. Koca okyanusu nasıl aşıp gelmişler, diye düşünüyorsun.
Hawaiii’de topu topu iki gün kalacağın için fazla oyalanmaman gerekiyor ama aldırmıyorsun. Sabahın tadını çıkarmak istiyorsun. Garsona, romu az bir Mai Tai ısmarlıyorsun. Bu saatte içki içme alışkanlığın yok ama, sat anasını bir daha Hawaiii’ye ne zaman geleceğim, diye teselli buluyorsun. Tropikal meyvelerle karışmış romun tatlı tatlı başını döndürmesi seni mutlu ediyor.
PEARL HARBOUR’DA SAVAŞI DÜŞLEMEK
Waikiki sahilinde yürümeye başlıyorsun. Bu saatteki kalabalık şaşırtıyor seni. Aklına, bu sahile günde 65 bin turistin geldiğini okuduğun bir haber geliyor. Etrafından yarı çıplak kalabalık akıp gidiyor. Kadınların çoğunun çirkin olduğunu gözlüyorsun. Başlarında sörf tahtalarıyla yürüyen bir kaç genç kız dikkatini çekiyor. Sarmaş dolaş yürüyen çiftlere bakıp, bunlar balayına gelmişler, diye tahmin yürütüyorsun. Çocuklarını zaptetmeye çalışan, orta yaşlı kadınlara acıyorsun. Bir bayrağın peşinde koşturan Japon turistleri görünce gülümsüyorsun. Sokak çalgıcılarının sabah konserleri ise hiç ilgini çekmiyor.
Cadde boyu sıralanmış hediyelik eşya satan mağazalara girip çıkıyorsun. Hepsi çöp, diyorsun kendi kendine. Bir tane Hawaii gömleği almakla yetiniyorsun. Bir saatlik yürüyüşten sonra Waikiki bitiyor. Gerisin geri, aynı görüntülere baka baka dönüyorsun. Arada bir denize girmek istiyorsun ama dalgalar hevesini kırıyor. Sörf bilmediğin için Hawaii denizi senin için bir şey ifade etmiyor.
Sonra, en çok görmek istediğin yere, Pearl Harbour’a gidiyorsun. Otobüsler dolusu turistin senden önce gelip, limanı doldurduğunu görünce, anlıyorsun ki Hawaii’de bunlardan kaçış yok. Niyetin uzun uzun dolaşmak değil. Bir palmiye gölgesine oturup, limana bakmak ve 7 Ekim 1941 gününü düşlemek arzusundasın.
Gövdelerinde güneş işareti bulunan Japon savaş uçaklarının sesi duyulduğunda, limandaki telaşı gözünün önüne getirmek istiyorsun. Siren sesinin yeri göğü inlettiğini, top seslerinin, bir kaç dakika önce ağustos böceklerinin ötüştüğü sessizliği nasıl yırttığını, koca Missouri’nin yüzlerce denizciyle birlikte cayır cayır yanarak battığını, Amerika’nın Pasifik Filosu’nun nasıl sulara gömüldüğünü, insanların kaçıştığını... Belki de daha çok şey düşlüyorsun ama geçmişteki kargaşa öylesine büyük ki, neyi nasıl düşlediğini bir türlü toparlayamıyorsun.
Amerika’yı İkinci Dünya Savaşı’na sokan baskının olduğu yerde oturmanın, seni garip duyguların içine çektiğini hissediyorsun. Sırtını dayadığın dev palmiye ağacının, o günleri görüp görmediğini düşünüp limanı terk ediyorsun.
SEYYAR LOKANTADA BEYAZ ŞARAP, DOYASIYA KARİDES
Akşam, bir plaj barında, bakır renge bürünmüş denizi seyrederken, buz gibi soğuk Banana Daiquiri ısmarlıyorsun. Kokteyl içmeyi pek sevmezsin ama burada tropikal meyve sularının cazibesine dayanamıyorsun. Daiquirinin ardından sert bir Mai Tai derken, “this is life / hayat budur” diyorsun coşkuyla. Sabah gördüğün tüm olumsuzlukların bir anda silinip gittiğini hissediyorsun.
Ertesi gün, adanın kuzeyindeki plajlara doğru yola çıkıyorsun. Honolulu’dan uzaklaştıkça düşlediğin vahşi manzaraları görüyorsun. Dağlar yağmur ormanlarıyla kaplı. Düzlüklerde ananas tarlaları uzanıp gidiyor. Bu kadar çok kahve ağacını bir arada ilk kez görüyorsun. O’ahu’nun kuzeyi, dünya sörfçülerinin cenneti. Plajda bir palmiye gölgesine oturup, dev dalgaların arasında kayıp giden sörfçüleri izliyorsun. Bunlar çılgın olmalı, diyorsun kendi kendine.
Sonra tekrar dönüşe geçiyorsun. Karnın acıkıyor. Şoför büyükçe bir minübüsün yanında duruyor. Aracın arkasına derme çatma masalar sıralanmış. Bunların adada çok ünlü olduğunu öğreniyorsun. Şoför, “Seyyar Lokantaların” tarihinin 1930’lu yıllara dayandığını söylüyor. O zaman, tarlaların yanına park edip işçilere yemek satarlarmış. Artık Hawaii’nin geleneksel yemek mekanları haline gelmişler. Müşterilere klasik mönü sunuluyor: İki top haşlanmış pirinç, mayonezli makarna salatası, bol miktarda karides (isteyene tavuk, domuz veya tofu). Honolulu’daki turistik seyyar lokantaların mönülerinin daha da zengin olduğunu öğreniyorsun. Pirincin yanına acılı karides ısmarlıyorsun. Şoför dükkandan aldığınız soğuk biraları açıyor. Böylesine lezzetli karides yemedim, diyorsun şoföre. Bu iltifat onun hoşuna gidiyor, şişeyi sana uzatıp “Cheers” diyor.
Aslında Hawaii gezin, tam o sırada bitiyor. Kısacık ama düş kırıklığı dolu bir gezi, diyorsun kendi kendine. Oysa gerçek Hawaii’yi, el değmemiş deniz ve doğanın bulunduğu Maui’de, altı milyon yıldan beri dalgaların ve rüzgarın şekillendirdiği Kauai Adası’nda veya Molokai, Lana, Hawaii adalarında bulacağını biliyorsun. Waikiki’nin kalabalığına doğru giderken, gelecek sefere daha bakir bir Hawaii tatili düşlüyorsun.
Ama o seferin olup olmayacağından emin değilsin.
Hawaiii yolunda beyaz köpükler hüsran yaratan hostesler
İki günlük soluklanmadan sonra ikinci etaba başlama saati gelince canın biraz sıkılıyor. Vücudun hâlâ İstanbul ile Los Angeles saat dilimleri arasında gidip geliyor. Öğleden sonra uyku bastırıyor, sabaha karşı uyanıyorsun. Bu değişiklikler doğal olarak yoruyor seni.
Sıra Los Angeles-Honolulu etabına geliyor. İlk kez Hawaiii’ye gideceğin için heyecanlanıyorsun. Gözünün önüne, süpürge benzeri etekleri ve başlarında çiçek taçlarıyla dans eden kızlar geliyor. Bir de güzel kadınların doldurduğu plajlar.
Havaalanlarında, bilet, arama, pasaport kuyruğunda beklemek bıktırıyor artık seni. Sırf bu yüzden uçakla seyahat etmeyi istemiyorsun. Ama başka seçeneğinin olmadığını da biliyorsun. Hayal ettiğin ses hızındaki gemiler henüz sefere başlamadığı için hâlâ uçağa mecbursun.
Bekleyip, biniş kartını alıyorsun. Sıraya giriyorsun, ceplerini boşaltıyorsun, ayakkabılarını çıkarıyorsun, vücudunun ışın bombardımanına uğramasına baş eğip, güvenlik aramasından geçiyorsun.
Uçağa binerken başına çiçekten taçların takılmasını, kızların kıvır kıvır dans etmesini, ekzotik meyvelerden yapılma kokteyllerin sunulmasını beklemiyordun ama güzel hostesler göreceğini umuyordun. Oysa karşında, ırkının en çirkin kızları duruyor. Hayal kırıklığı içinde koltuğuna oturuyorsun.
Bu uçuşun 5,5 saat süreceğini öğrenince seviniyorsun. 14 saatlik uçuştan sonra sana çok kısa geliyor. Oysa bu sürede İstanbul’dan Avrupa’nın en uzak noktasına, hatta daha uzağa kadar gidebilirsin. Pencereden baktığında Pasifik Okyanusu’nu görüyorsun. Ona hep “Denizlerin Kralı” dediğini hatırlıyorsun. Hawaiii’nin, dünyanın en büyük su kütlesinin ortasında olduğunu düşününce birden ürperiyorsun. Uçağın motorlarına bir şey olsa, inecek hiç bir kara parçasının bulunmayışından kaynaklanan kaygıları, beyninden kovmaya çalışıyorsun.
Ne zaman pencereden baksan hep denizi görüyorsun. Üstü beyaz köpüklü dalgaların büyüklüğünü, bu yükseklikten kestiremiyorsun. Ama okyanusun öfkeli hali seni korkutuyor. Bu koca denizi, küçük tekneleriyle geçen denizcileri düşünüyorsun. Onların cesaretine bir kez daha hayran oluyorsun.
Beş buçuk saat sonra Honolulu, bir ışık seli gibi karşına çıkıyor. Aslında küçük bir kentle karşılaşacağını bekliyordun. Ama karşında, ışıklı, geometrik, akkor halinde, gözalabildiğine uzanan caddelerden oluşan bir kent duruyor. Belki de gökyüzünden böyle görünüyor diye teselli bulmaya çalışıyorsun.
Uçaktan inerken seni sarmalayan nemli sıcak, aklına birden yazı getiriyor. Oysa üç gün önce, İstanbul’da karın kapattığı yollarda eve dönüş mücadelesi veriyordun. Otele giderken şoföre soğutucuyu biraz daha açmasını söylüyorsun.
Bekle Tokyo ben geliyorum
Yine uzun bir uçuş başlıyor. Honolulu’da geçen üç sıcak gün, uzun uçuşların yorgunluğunu unutturuyor sana. Tokyo’yu görme heyecanı da buna eklenince uçmak için sabırsızlanıyorsun adeta. Koca bir uçak. Boening 747. Havacılar arasında “Göklerin Kraliçesi” olarak anılıyor.Çoktandır bu uçağa binmemiştin. En son Vietnam’a giderken bindiğini düşünüyorsun. O da uzun ve keyifli bir uçuş olmuştu.
SAĞ ALACA, SOL ZİFİRİ KARANLIK
Uçak, Çin Havayolları’na ait. İsteğiniz üzerine biletlerinizi bir üst sınıfa yükseltmişler. Yani Business Class’ta uçacaksınız. Uçağın içindeki merdivenlerden bir üst kata tırmanırken, burada ilk kez uçacağını düşünüyorsun. Gezi tarihinde bir ilk daha gerçekleşecek. Koltuklar biraz eski ama rahat. Hostesin tepsisindeki şampanya kadehine uzanırken içini bir huzur kaplıyor nedense. Gevşediğini hissediyorsun. Gözlerini kapatsan horul horul uyuyacaksın neredeyse. Ama dokuz saatlik uçuşa uyku ile başlamak istemiyorsun.
Koca uçak havalanıyor, Honolulu’nun üstünde bir tur attıktan sonra, Pasifik Okyanusu’nun sonsuzluğuna doğru burnunu çeviriyor. Üçüncü etaptasın. “Bekle Tokyo Geliyorum” diyorsun. 1,5 günde ne yapacaksan orada!
Uçakta verilen yemek çok kötü. Suşiler kurumuş. Somondan artık nefret ettiğini hissediyorsun. Çünkü nereye gitsen bu balık. Yarısı donuk ekmeğine tereyağı sürmekle yetiniyorsun. Yemeği beğenmeyen bir tek sen değilsin, yanındaki harita ukalası arkadaşın da yememiş. Uzun uzun yemeklerin ne kadar kötü olduğunu konuşuyorsunuz.
Bir süre sonra hava kararıyor. Daha doğrusu, uçağın sağ tarafı alaca karanlık, sol tarafı ise koyu bir karanlığa bürünüyor. Televizyonda seyredilecek bir film bulamıyorsun. Kitabın sayfalarını karıştırıyorsun. Aslında canın okumak da istemiyor. Gözlerin kapanıyor çünkü.
MOTOR BOZULSA NEREYE İNERİZ
Dünyanın en büyük su kütlesinin üstünde uçtuğunuz aklına takılıyor yine. Yakında hiç bir kara parçası yok. Motorlar arıza yaparsa nereye ineriz, diye düşünüyorsun. Yanıt belli. Soğuk, derin suları düşünüp, ürperiyorsun. Zaman yine duruyor. Ne yaparsan yap ilerlemiyor. 900 kilometre hızla giden bir uçakta zamanın durması garip.
Yürüyorsun, merdivenleri inip çıkıyorsun, arkadaşlarının koltuklarının yanında dikilip konuşuyorsun, yerine oturup kitap okuyorsun. Nafile. Saatin akrebi, yelkovanı ilerlemiyor.
Yerine oturup uyumaya çalışıyorsun. Koltuk çok rahatsız, tam yatak olmuyor. Dönüp duruyorsun. Arkadaşının dürtmesiyle gözlerini açıyorsun. Uyan diyor, Tokyo’ya bir saat kaldı. Gözlerini ovuşturup pencereden bakıyorsun, hava hala alacakaranlık. Zaman karışıyor. Şimdi saat kaç, Hawaii’den kaç saat gerideyiz, Türkiye’de saat kaç? Kafan karışık, yanıtı bulamıyorsun. Arkadaşın da...
Önce beyaz dalgaların dövdüğü sahiller görünüyor. Sonra fabrikalar. Kıyı şeridi, fabrikalara ayrılmış sanki. Sonra tarlalar ve bir iki katlı evleri görüyorsun. Tarlaların, Amerika’daki tarlaların yanında küçük birer bahçe kadar kaldığını düşünüyorsun.
Uçak pistte yavaşlamaya çalışırken, sekiz saat 57 dakikanın ne kadar hızlı geçtiğini söylüyorsun arkadaşına. Halbuki gökyüzündeyken zamanın durduğundan şikayet ediyordun. İnsanoğlu böyledir, diyorsun. Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa halinden memnunsun.
Körükte yürürken buz gibi bir hava titretiyor seni. Oysa 9 saat önce, 30 derecelik sıcakta terliyordun.
Şoför, Tokyo’nun 70 kilometre uzakta olduğunu söylüyor. Otoyolda giderken Japonya’nın ilk görüntülerini beynindeki dosyaya depolamaya başlıyorsun.
Japonya’nın bin bir yüzü
Gündüz 30 milyon kişinin koşturduğu, gece 13 milyon kişinin uyuduğu bir şehirden ne beklenebilir? Ağzında maskesiyle koşturan Japonlar bilimkurgu filmlerini çağrıştırıyor. Caddeleri dolduran saçları rengarenk boyanmış, bacakları çarpık genç kızlar kadar, olmayan heykelin tapınağını her gün onbinlerce kişinin ziyaret etmesi de şaşırtıcı. Tokyo’da dünün dünyasıŞitamaçi’nin sokaklarında, Tsukici’nin balık pazarında yaşıyor.
Tokyo seni “buz gibi” karşılıyor. Uçağa yanaşan körükte yürürken bile üşüyorsun. Halbuki daha dokuz saat önce Hawaii’nin nemli sıcağında buram buram terliyordun. Pasaport polisi Tokyo’da 2 gün kalacağını duyunca şaşırıyor. İş gezisi mi, diye soruyor. Turistik, deyince şaşkınlığı şüpheye dönüşüyor. Ardından başka sorular sıralıyor. Giriş damgasını vururken polisin yüzündeki şüphe kırışıklıklarını görüyorsun. Ben de olsam şüphelenirdim, diyorsun içinden. İki gün için binlerce kilometreyi aşmak, uçağa yüzlerce dolar ödemek hiç de inandırıcı gelmiyor kulağa. Sanki kendinden şüpheleniyorsun.
Şoför, uzun bir yolunuzun olduğunu söylüyor. Tokyo’nun merkezine 70 kilometre yolumuz olduğunu duyunca başını cama dayayıp, akıp giden görüntüleri izlemeye başlıyorsun. Gündüzleri 30 milyon kişinin koşuşturduğu, geceleri ise 13 milyon kişinin uyuduğu bu dev kenti hep merak ettin. Her akşam iş bitiminde 17 milyon kişinin Tokyo’yu terk edişini, metroları, trenleri, otoyolları doldurup, kenti oluşturan kasabalara, köylere, banliyölere akışını düşlüyorsun. Ve ertesi sabah aynı kalabalığın gerisin geri Tokyo’ya dönüşünü... Gerçeküstü bir görüntü, diye söyleniyorsun içinden. Ürperiyorsun nedense.
Sonra Tokyo yavaş yavaş görünüyor. Etrafa daha dikkatli bakmaya başlıyorsun. Otomobil seli, ışıklarla boyanmış gökdelenler, binaların arasında yılan gibi kıvrılan hızlı trenler, dev video ekranları, yanıp sönen renkli neon ışıkları, bir yerlere yetişmeye çalışan telaşlılar... Çoğu ağzını, burnunu örten maske takmış nedense. Birden kendini bir sinemada, bilimkurgu filmi izliyormuş sanıyorsun. Böyle düşlememiştin hiç. Tokyo denince aklına, Sumo güreşçileri, Kabuki tiyatrosu, geleneksel kıyafetli utangaç kadınlar, geyşalar, çay seremonileri, sessizce yana açılan oda kapıları, yer yatakları üşüşmüştü.
HEYKELSİZ TAPINAK
Otelin, Yamanote’de. Butik, çarşı, gösterişli oteller, restoranlar, kafelerin semtinde. Gökdelenler yüzünden sokakları güneşi pek görmüyor.
Lobide rehberini beklerken, bu dev kenti iki günde nasıl gezeceğini düşünüyorsun. İçine sıkıntı basıyor. Yarım yamalak bir Tokyo olacak, diye geçiriyorsun içinden. Kiraz çiçekleri patladığında bir kez daha gelmeyi diliyorsun.
Güneşli ama dondurucu bir hava var dışarıda. Rehberin seni Asakusa Kanon Tapınağı’na götürüyor önce. Burasının, Sumida Nehri’nde bulunan küçük bir Budist merhamet tanrıçasına ev sahipliği yapıtığı söyleniyor. Nasıl bir heykel bu, diye soruyorsun. Rehberin, heykeli bin yıldan beri kimsenin görmediğini söylüyor. İki tarafında hediyelik eşya satan dükkanların sıralandığı yoldan bakına bakına tapınağa doğru ilerliyorsun. Sokaktakiler bir nehir gibi tapınağa doğru akıyor. Olmayan heykeli göremeden tapınaktan dönüyorsun.
Tapınağın bulunduğu Şitamaçi semtinin sokaklarında yürürken, işte gerçek Tokyo burası diye, düşünüyorsun. Etrafta geleneksel yaşama inatla tutunan Japonları görüyorsun. Evler iki katlı, dükkanlar küçücük, insan ilişkileri daha sıcak. Rehberin buradakilerin Edokko’ya, yani en az üç kuşaktan beri Tokyolu olan köklere sahip olduğunu söylüyor.
SİGARA SERBEST
Bir kaldırım lokantasında, erişteyle karnını doyuruyorsun. Yediğin en lezzetli eriştelerden biri. İçtiğin bira da ağzında kadife gibi akıyor. Japonya’nın 100 yıldan beri dünyanın en lezzetli biralarını ürettiğini biliyorsun. Ama lokantanın içindeki sigara dumanı seni rahatsız ediyor. Rehberin, Japonya’da kapalı yerlerde sigara içildiğini söylüyor. Sigara içmediğin halde, Batı’nın dayatmacı yasaklarının buraya ulaşmamasına seviniyorsun.
Karnın doyunca rehberinin peşine takılıp, İmparatorluk Sarayı’na gidiyorsun. Halka şeklindeki üç hendekle çevrili olan sarayın kar altındaki bahçesini gezmek sana cazip gelmiyor. Rehberin de bu isteksizliğini onaylıyor. Bahçenin nisan ayında doyumsuz güzelliklerle bezendiğini söylüyor. Bembeyaz kiraz çiçekleri, açelyalar, mor salkımlar, süsenler, gardenyalar, ortancalar, nilüferler, gündüzsefaları ve diğer çiçeklerin baharda sergilediği manzaralardan bahsediyor.
Sonra Çuo-dori bulvarına gidiyorsunuz. Burası, kentin lüks alışveriş merkezi. Kalabalık kaldırımlarda yürümekte zorlanıyorsun. Girdiğin bir alışveriş merkezindeki tezgahtar kızlar seni şaşırtıyor. Böylesine kısa mini etek giyeni çok görmemiştin. Japon kızların çok düzgün olmayan, çarpık, ince bacaklarının, mini eteğin altında çok çekici görünmediğine karar veriyorsun.
Sokaktaki insan görüntüleri seni sürekli şaşırtıyor. Genç kızların saçları pembe, kırmızı, mavi, mor, yeşil, sarı renklerle boyanmış. Giysileri senin anlatamayacağın kadar frapan. Bunları tarif edebilmek için modacı olmak gerekir, diye geçiriyorsun içinden. Genç erkeklerin de kadınlardan farklı olmadığını görüyorsun. Onların da saçları rengarenk, giysileri alışılmamış görüntüde. Aklına, dünyanın dört bir yanında, elinde bayrak tutan rehberin peşinde koşturan yaşlı Japon turistler geliyor. Japon denince, gözünün önüne hep onlar gelmişti. Tokyo caddelerinde gördüğün yeni kuşak seni çok şaşırtıyor.
PLASTİK YİYECEKLER
Önünden geçtiğiniz restoranların vitrinlerinde sergilenen yemeklerin çok iştah açıcı olduğunu düşünüyorsun. Rehberin, bu yemeklerin gerçek olmadığını belirtiyor. Bunun önemli bir sanat olduğunu, her sebze, balık, etin plastikten yapıldığını, yurt dışındaki bir çok müzede bunların sergilendiğini söylüyor. Buna da şaşırıyorsun!
Otelinde bir süre dinlendikten sonra akşam programına başlıyorsun. Dışarıda lapa lapa bir kar yağıyor. Tokyolular bile böylesine yoğun kar yağının uzun zamandan beri görmemiş. Soluğu, Ginza’da, İzakaya denilen bir sake barında alıyorsun. İçerisi tıklım tıklım dolu, dumandan gözgözü görmüyor. Erkekler takım elbiseli, kadınlar da iş kıyafetiyle. Anlaşılan işten çıkıp, kendilerini buraya atmışlar. Hemen sıcak bir sake ısmarlıyorsun. İkinci kadehte için ısınıyor. Midenin kazındığını hissediyorsun. Sıcak miso çorbası, sebze tempura, yengeç, Çin lahanası... Hepsinden azar azar tabağına alıyorsun. Çubuklarla yemek seni zorluyor ama çatal istememekte direniyorsun. Sıcak sake sürahisi dolup dolup boşalıyor.
Yatağa nasıl düştüğünü hatırlamıyorsun.
Ertesi sabah erkenden, Tsukici’deki ünlü balık pazarına gidiyorsun. Otomobilden inince kendini, Asya’nın en büyük balık pazarının inanılmaz karmaşasında buluyorsun. Burası 1600 toptancının iş yaptığı bir pazar. Satış yerlerinde, 15 bin kişinin çalıştığını öğrenince aklın karışıyor. Dükkanların arasında dolaşırken, tezgahlarda o güne kadar hiç görmediğin deniz canlılarıyla karşılaşıyorsun. Ahtapotlar, kabuklular, rengarenk yengeçler, her boydan karidesler, deniz kestaneleri, kalamarlar... Bunların adlarını bildiklerin, bir o kadar da adını bilmediğin deniz canlısı var. Dev ton balıklarının nasıl dilimlendiğini seyrediyorsun. Balıkçı, elindeki keskin bıçakla, ağzını sulandıran dilimler kesiyor. Fotoğraf çekmekten gözünün ağrıdığını hissediyorsun.
Balık pazarından sonra Ginza’ya gidip, sokaklarda, aceleci Japonların arasında, hiç acele etmeden yürüyorsun. Bu kadar sıkıştırılmış, kısa gezinin bile seni çok şaşırttığını düşünüyorsun.
Başından sonuna Asya
Tokyo’ya doyamadın ama dönmek zamanı geldi. Önünde yine uzun bir yolculuk var. Uçağa binerken içini bir sıcaklık sarmalıyor. Kapıda karşılayan hosteslerle Türkçe konuşmak haşona gidiyor. Uzun süreden beri Türkiye’den uzak kalmış gibi özlemişsin. Oysa topu topu dokuz günden beri dünyanın etrafında dönüp duruyorsun.
Rahat, aydınlık, yepyeni bir uçak. Son etap rahat geçecek diye düşünüyorsun. Arkadaşlarına iyi yolculuklar diye kadeh kaldırıyorsun. Yaklaşık on iki saat uçacaksın. Ama bu sefer içini o malum sıkıntı basmıyor. Otobüsle İstanbul-Bodrum arası kadar bir süre diye kendini avutuyorsun.
Üstünde tatlı bir yorgunluk var. Huzur veren bir yorgunluk. Düşlerimi süsleyen bir yolculuğu gerçekleştirmenin verdiği gevşeklik, diye düşünüyorsun. Zamanı iyiden iyiye karıştırdın. Nerede ne zaman sabah oluyor, nerede ne zaman güneş batıyor hesaplayamıyorsun. Ama hiç dert etmiyorsun. Yazacağın yazının cümleleri şimdiden beyninde uçuşmaya başlıyor.
Diğer uçuşların aksine bu kez hep karaların üstünden geçeceksin. Pencereden görünen puslu toprakların neresi olduğunu anlamak için sık sık haritaya bakıyorsun. Çin’in üzerindesin şimdi. Haritaya göre sağ tarafta Harbin kenti var. Daha kuzeyi Kamçatka. Bu soğuk topraklara hep gelmeyi arzuladın ama olmadı. Bundan sonra da gidebileceğini düşünmüyorsun artık. Bedeninin zorlu yolculukları kaldıramayacak kadar yorulduğunu hissediyorsun. Uçak Moğolistan’ın üstünden geçerken, yaylalardaki yuvarlak çadırları gözünün önüne getiriyorsun. Bu çadırlarda uyumak arzusundan hala vazgeçmediğini fark ediyorsun. Gobi Çölü’nün üstünden geçerken gözlerin kapanıyor. Huzurlu ve rüyasız bir uykunun derinlerinde kayboluyorsun.
Gözlerini açtığında uçağın Hazar Gölünün üstünde olduğunu görüyorsun. Artık hedefe yaklaştın. Önce Azerbaycan’ı, ardından baştan başa Anadolu’yu geçip, İstanbul’a ineceksin. Oturduğun yerden Devr-i Alemi baştan sona gözlerinin önünden geçiriyorsun. Çok çabuk bitti diye hayıflanıyorsun.
Dünyanın etrafını dönüp dolaşıp geldiğin İstanbul’da, ıslak ve soğuk bir hava seni karşılıyor.