Sadece dört kelime.. Tundra, Tayga, Parana, Pampa...
Bunlardan konuşulduğunu ne zaman duysam, içim cızz eder, alır başımı giderim. Durduğum yerde görünmez olurum. Gitme duygularımı dizginleyemem...
Benim için dört sihirli kelime.. Ne zaman biri bunları kulağıma fısıldasa, kendimi uzak coğrafyalara doğru giderken düşlerim... Dur durak bilmez bir yolculuğa çıkarım...
Tundra kelimesi, onu görmeden önce bende hep yalnızlık çağrıştırırdı. Sözlükteki karşılığının, bir başınalık, mutlak sessizlik olmasını isterdim. Gördükten sonra da bu yargılarım değişmedi. Tundralarla, Alaska’nın Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerinde tanıştım. Göz alabildiğine uzanıp giden hayalet topraklardı... Üzerinde yosunların sarktığı, çam benzeri yapraksız, çelimsiz ağaçlardı... Dallarında ne bir kanat sesi ne de hışırtılı bir esiş vardı. Öylesine yapayalnız ve sessiz topraklardı ki... Saatlerce baktım... Nereye baktım, niçin baktım, neden baktım? Bilmiyordum... Uçsuz bucaksız topraklarda bir tek ben vardım. Dünya üstünde, yapayalnız kalmış gibi hissettim kendimi. Ürktüm... Kıyısında oturduğum bataklığın hemen yanında gördüğüm koca pençe izleri, hüznümü korkuya döndürdü. Koca ayı, biraz önce burada kana kana su içmişti. Onu göremiyordum ama buralardaydı...
ESKİMOLAR ARASINDA
Her an karşıma çıkabilecek dev boz ayının korkusu, kutuptan kopup gelen kuzey rüzgârının soğuğuyla birleşince, soluğu karavanımda aldım. Kapılarımı kilitleyip, dünyanın tepesinde bir başına kalmanın keyfini, bir süre daha yaşadım... Daha sonra, tundraları boz ayıya emanet edip, Alaska’nın Kuzey Denizi kıyısındaki Barrow kentine gittim. Kentin sakinleri olan Eskimolar, geldiğimin farkına bile varmadılar. Onlar, topraklarını kaybetmenin hüznünü alkolde söndürüp, dünyanın en uzak noktasında yalnızlığı yaşıyorlardı... Yanı başlarındaki sessiz ve kimsesiz tundralara benziyorlardı...
Amerika’nın asıl sahibi Kızılderilileri de, tıpkı böyle görmüştüm: Onları da alkol esir almıştı. Yok oluşları mutlaklaşmıştı... Alaska’nın sahipleri Eskimolar da, aynı kaderi paylaşıyorlardı. Onlar da alkol batağında, teker teker yok oluyorlardı. Bu, Amerika’nın uyguladığı bir tür “kansız soykırım” mıydı?
Tundraları ne zaman düşünsem, aklıma hep yalnızlık, Alaska’nın kuzeyi ve konuşmayan Eskimolar gelir. Tundralar beni sessizliğe uçurur.
DÜŞLERİMDEKİ TAYGA
Tayga’yı duyduğumda, iliklerime kadar üşürüm.. Sibirya gelir aklıma, bembeyaz karlar gelir... Kulaklarıma dondurucu rüzgârın uğultusu dolar. Taygaları da Alaska’da gördüm. Ama oralar, benim düşlerimdeki topraklar değildi... Etrafta ne kar ne dondurucu rüzgârın uğultusu vardı. Dikenli bitkilerle kaplı, zirveleri karlı dağların eteklerine doğru uzanıyordu. Bu topraklara Tayga dendiğini söylediler ama, güldüm geçtim onlara. İnanmadım... Düşlerimi Sibirya’dan koparıp, Alaska bozkırlarına getiremedim. Bana göre Tayga, sadece Sibirya’da olmalıydı.
O topraklara tayga denmesine itiraz ettim... Coğrafya kitaplarında, oralar her ne kadar “tayga” diye anılıyorlarsa da ben katılmıyordum. Çünkü karsız topraklara, tayga demek bence doğru olmuyordu.
Bu kelimeyi duyunca bir de ilk gençliğimi hatırlarım... Bu hatırlayışın coğrafya ile hiçbir ilgisi yoktu. Gençliğimle birlikte, İstanbul Talimhane’deki Tayga adlı Amerikan bar, barmen Osman, yardımcısı Lilian ve rahmetli Orhan Avşar’ın tangoları aklıma gelir... Beni eskilere götüren “Tayga”, soğuk toprakların aksine sıcaktı, dumanlıydı, sarhoştu... Bu geri dönüşü de Sibirya düşü kadar severim.
Taygayı ne zaman düşünsem, üşürüm, gençleşirim.
SEVGİLİM PARANA
Paranayı duyduğumda terlerim... Kalabalıkların arasına sıkışıp kalırım...
Parana Nehri’ni, Yukon kadar, Amazon kadar, Çoruh kadar, Zap Suyu kadar severim... Sevgi paylaşımında ona da eşit pay ayırırım.
Parana’dan önce, onun yavrusu İguaçu ile tanışmıştım... Brezilya’daydım... Mutlak, görkemli ve ürkütücü İguaçu Şelalesi’nin karşısında, üç nehrin, birbirine çarpıp, yükseklerden aşağıya oluk oluk dökülüşüne şahit oldum. Azgın suların düşüşünü seyretmek için aştığım ormanda, tapirlerle karşılaştım, rengârenk kuşlara ad bulmaya çalıştım. Zehirinin gücünü bilmediğim yılanlardan korktum. Ama hep o sese doğru yürüdüm. Bu sesin adı; “gümbürdeyen şırıltı”ydı... Son ağacın dallarını araladığımda, tam karşımda buldum onu. Ormanın içinden sakin sakin gelip, birden delirerek aşağıya atlayan suların, Parana’ya kavuşmak için acele ettiklerini orada öğrendim. Şelaleye dokunamadım ama, havada uçuşan zerreciklerden sırılsıklam oldum.
Parana ile Brezilya’dan Paraguay’a geçerken tanıştım.
BİR KÖPRÜ, İKİ ÜLKE
İki ülkeyi bağlayan köprünün bir kaldırımından, yüzlerce kişi, karşıdaki Paraguay’ın sınır kentine
geçiyordu. Karşı kaldırımdan ise yine yüzlercesi, ellerinde bavullar, sırtlarında kutularla Brezilya’ya dönüyordu. Köprü çok kalabalıktı ve nemli-sıcak buram buram terletiyordu.. Ben de kalabalığın arasına katılıp, yeni bir macera için köprüyü geçmeye başladım. Ve işte tam o sırada, sakin sakin akıp giden Parana ile tanıştım. Korkuluklara dayanıp bir süre seyrettim. Sonra kalabalığa karışıp, karşı kıyıya, vizesiz, pasaportsuz Paraguay’a geçtim. Burada fiyatlar, karşı kıyıdaki ülkeye oranla yarı yarıya daha ucuzdu. Onun için Brezilyalılar buraya alışverişe geliyor, bavullarını doldurup dönüyordu.
Parana Nehri, iki yakası arasındaki bu koşuşturmadan habersiz, akıp gidiyordu. Köprüyü geçince kalabalığı alışverişe uğurlayıp, nehrin kıyısındaki bir kahveye oturdum. Soğuk bira söyleyip, sakin sakin akan nehre baktım... Uzaklardan geliyordu ama yorgun değildi. Amazon’dan sonra, kıtanın en büyüğü olmanın gururunu taşıyordu. Bütün gün kıyısında oturdum. İlk kez bir ülkeden, diğer bir ülkeyi seyrediyordum...
Acıkınca, sarı manyok ununun üstüne kara fasulye döküp yedim. Güneş, Parana’nın sularını kızıla boyamaya başlayınca, bir acele karşı kıyıya geçtim. Çünkü Paraguay’ın bıçaklı bıçkınlarıyla karşılaşmak istemiyordum.
Parana’yı duyunca, Güney Amerika’nın ortası gelir aklıma. Sıcağı ve kalabalığı düşlerim... Dilini bilmediğim insanlarla yaptığım sohbetleri hatırlarım.
DAĞLARI, KIZGIN ÇÖLLERİ AŞTIM PAMPALARA BİR TÜRLÜ ULAŞAMADIM
Pampa’yı duyduğumda, karışık duygulara kapılırım.
Uçsuz bucaksız düzlükleri, sığır çobanı goşoları, Darwin’in gezilerini düşünürüm.
Pampalar ülkesi Arjantin’e gittim ama, geniş düzlükleri hiç görmedim. Sıcak tuz çöllerini aştım, Salta kentinden, “Bulutlara Giden Tren”e binip, And Dağları’na tırmandım. Ara istasyonlardaki kısa duruşlarda Lamaları sevdim, etrafımı çeviren çekik gözlü, esmer tenli sümüklü çocuklardan, And Dağları’ndan toplanmış taşlar satın aldım. Fötr şapkalı kadınların, sırtlarına bağladıkları bebekleri öptüm. Yükseklik beş bin metreyi geçince, kompartımanın koltuğuna ceset gibi yığılıp kaldım. Nefes alamadım, midemin bulantısını bastıramadım. Karşımda oturan Arjantinli köylünün verdiği Koka yaprakları bile canıma can katamadı.
Trenden, And Dağları’nın eteğindeki, dünyanın en kurak çölü Atacama’da indim. 10 gün boyunca bu çölde, gündüzleri cehennem sıcağıyla, geceleri ise dondurucu soğukla boğuştum, yeşili özledim... Düşlerimde hep soğuk pınarlar gördüm. Bu kadar zahmet çektim ama, pampalara bir türlü ulaşamadım. O sonsuz düzlüklere hep hasret kaldım. Yanımda taşıdığım, Darwin’in gezilerini anlatan kitabı okumakla yetindim.
VAHŞİ, GÜZEL GOŞOLAR
Bu toprakların bir asır öncesini öğrenip, şimdisini düşledim. Ünlü bilginin, pampaların süsü Goşolar hakkında yazdıklarını, çöldeki aylak günlerimde ezberleyip yuttum:
“Son derece sert ve dayanıklıdırlar. O başıboş ortamda bile, bıyıkları ve omuzlarına dökülen siyah saçlarıyla vahşi ve güzel bir canlılık sergiliyorlardı. Geniş binici pantolonlar, kırmızı pançolar ve kocaman mahmuzlu beyaz çizmeler giyiyorlardı.. Bıçakları da kuşaklarına sokulmuş oluyordu. Yedikleri sadece etti. Hayvan kemiklerini de,
yemek pişirdikleri ocakta yakıt olarak kullanıyorlardı. Avlanmadıkları zaman gitar çalmayı, arada bir de kafaları biraz dumanlayıp, bıçak dalaşı yapmayı seviyorlardı...”
Darwin böyle anlatıyordu, Pampaların meşin derili, özgür insanlarını.
Yanına kadar yaklaştım ama, pampaları göremedim. Pampa kelimesini ne zaman duysam, karmaşık duygulara kapılırım. Patagonya’da kaybolmak geçer içimden. Uçsuz bucaksız toprakların yalnızlığını özlerim.
Dört sihirli kelime: Tundra, Tayga, Parana, Pampa...
Sihirli halı gibi.. Ne zaman istesem, birini düşler, üstüne binip kaybolurum...
GÜLDÜREN YANLIŞLAR
Bir gezim sırasında gördüğüm tabelaya çok gülmüştüm. Üstünde “Tavuk Çevirme” yazıyordu. Tam ortada şişe geçirilmiş kızaran tavuğu simgeleyen ilkel bir resim vardı. Bu resmin hemen altında yabancılar için tavuk çevirmenin İngilizcesi yazılmıştı: “Chicken Translation”. Translation’ın anlamı: Tercüme, çeviri idi. Lokantanın sahibi tavuk çevirmeyi anlatabilmek için, tamamen başka anlam taşıyan bu kelimeyi kullanmıştı. Daha sonra bir dostumun elektronik postama gönderdiği bir yazıyı okuyunca, bu tür çeviri hatalarının sadece Türkiye’de yapılmadığını anladım. Size, dünyanın çeşitli ülkelerinde rastlanan çeviri yanlışlarını sunuyorum.
Tokyo’daki bir otelde: Otel havlularını çalmak yasak lütfen. Eğer böyle bir şey yapacaklardan değilseniz bu uyarıyı okumayınız. Bükreş’te otel lobisinde: Asansör ertesi gün onarılacaktır. Bu arada tahammül edilemez olacağınız için çok üzgünüz. Leipzig’te bir asansörde: Asansöre arkadan girmeyin ve lütfen yalnızca ışık yanarken. Belgrad’da bir otel asansöründe: Kabini harekete geçirmek için arzulayan katın düğmesine basın. Eğer kabinin birden çok kişiye girmesi gerekirse, her biri ayrı ayrı arzulayan kat düğmesine basmalıdır. Ancak o zaman sürüş başlar, asansör alfabetik ve ulusal bir düzen izler. Paris’te bir otel asansöründe: Lütfen bütün değerlerinizi girişteki masada bırakınız. Atina’da bir otelde: Ziyaretçilerin her gün 9-11 saatleri arasında ofiste şikayetçi olmaları beklenir. Moskova Oteli’nin lobisinde: Perşembeleri hariç her gün, ünlü Sovyet kompozitör, sanatçı ve yazarlarını gömdüğümüz karşı taraftaki mezarlığı ziyaret serbesttir. Yugoslavya’da bir otelde: İç çamaşırlarının zevkle yamyassı edilmesi oda hizmetlisinin görevidir. Japonya’da bir otelde: Sizi oda hizmetlisinden yararlanmaya davet ediyoruz. İsviçre’de bir restoran mönüsünden: Şaraplarımız sizi tamamiyle umutsuz hale getirecektir. Polonya’da bir otel mönüsünden: Salata bu şirketin kendi yaptığıdır. Berrak kırmızı pancar çorbasını süsleyen peynirsi hamurlar parmak biçiminde olup, canlandırılmış ördek gevşek bırakılmış, ince dilimlenmiş sığır etiyse kasabalı alışkanlığı ile dövülerek hazırlanmıştır. Bangkok’ta bir kuru temizlemecide: En iyi sonucu almak için pantolonunuzu burada indiriniz. Rodos’ta bir terzide: Yazlık kostümünüzü ısmarlayın. Çünkü acele yüzünden müşterileri sıkı bir düzende nöbetleşe idam edeceğiz. Almanya’da Karaormanlar’da bir uyarı: Orman kamp alanımızda iki farklı seksten kişilerin bir çadır altında birlikte yaşamaları, eğer bu amaç doğrultusunda evlenmiş değilseler, kesinlikle yasaktır. Roma’da bir çamaşırhanede: Bayanlar giysilerinizi burada bırakın ve günün geri kalan kısmını keyifli bir şekilde geçirin. Bankong’ta bir tapınakta: Eğer erkek gibi giyinmişse, yabancı bile olsa bir kadına girmek yasaktır. Tokyo’da bir barda: Fıstıklı hanımlar için özel kokteyller. Moskova’da bir otel odasında: Eğer bu Sovyetleri ilk ziyaretinizse, buyurun bakalım buraya. Norveç’te bir barda: Hanımların barda çocuk yapmamaları rica edilir. Budapeşte’de hayvanat bahçesinde: Lütfen hayvanları beslemeyiniz. Eğer uygun bir yiyeceğiniz varsa bunu görev başındaki görevlilere verin. Bir klimanın Japonca kullanım kitabında: Soğukkanlılar ve ateşliler. Eğer odanızda yalnızca ılık şartlar istiyorsanız, lütfen kendinize hakim olun.
KULAK TIKANMASINA BUHARLI ÇÖZÜM
Bu kadar yıldır uçakla yolculuk yaparım, iniş sırasında kulaklarımın tıkanmasını engelleyemem. Bunun için neler yapmadım ki. Sakız çiğnedim, ağzımdan soludum, burnumu tıkayıp, kulaklarıma basınç uyguladım... Ama nafile. İniş sırasında artan basıncın kulaklarımı tıkamasına bir türlü mani olamadım. Son zamanlarda öğrendiğim ve çok işe yarayan bir yöntemi sizlerle paylaşacağım: Hostesten bir bardak isteyin. Bu bardağın dibine bir kağıt peçete koyun. Uçağın mutfağına gidip, bu peçeteli bardağın içine kaynar su doldurttun. Kısa bir beklemeden sonra suyu dökün. Daha sonra başınızı bardağa doğru eğip, tıkanan kulağınızla bardağın ağzını sıkı sıkıya kapatın. Bardağın içindeki buhar kulağınıza ulaşınca, östaki borusu otomatik olarak açılacak ve siz duyma yetinize yeniden kavuşacaksınız.