Beyaz evin bitmeyen baharı

Güncelleme Tarihi:

Beyaz evin bitmeyen baharı
Oluşturulma Tarihi: Ocak 09, 2012 00:00

Renkleri seviyor Fas halkı. Kazablanka’da pembe, mavi, yeşil, sarı giysileriyle dolaşıyor kadınlar. Erkekler cellabalarına sarılmış köşebaşlarında uyukluyor. Çocuklar da öyle.

Haberin Devamı

Türkiye’nin kara kışa teslim olduğu şu günlerde, okyanus kıyısındaki şehir gündüz 20 dereceye ulaşan hava sıcaklığıyla hiç bitmeyen baharı yaşıyor. Konuklarını palmiyeli caddeleri, pazar yerlerini dolduran kalabalığı, Medina’nın dar sokakları ve kenar mahallelerdeki diz boyu yoksulluğuyla ağırlıyor.

İspanyolca “Beyaz Ev” anlamına gelen Kazablanka, çoğu Mağrip kentleri gibi efsanesi olan bir kent ama bu efsane eski çağlardan değil, yeni zamanlardan kaynaklanıyor. Kazablanka, efsanesini büyük ölçüde Humphrey Bogart’la Ingrid Bergman’ın başrolleri paylaştıkları ünlü filme borçlu. İkinci Dünya Savaşı yılları... Nazi Almanya’sı neredeyse tüm Avrupa’yı işgal etmiş, Sovyetler Birliği’ne saldırı hazırlıklarını tamamlamakta. Fransa’da, Mareşal Petain yönetimindeki Vichy Hükümeti Hitler’le işbirliği içinde. Bu hükümetin uzantılarını Fransa sömürgelerinde, “protectorat” adı verilen Tunus, Cezayir ve Fas gibi ülkelerin yönetimlerinde de görmek mümkün. Ve Fas’ın Kazablanka limanında, Rick’s- Café Américain’deyiz. Yerli halkın içeriye adım atmak şöyle dursun, yanına bile yaklaşamadığı bu gece kulübünde dönen rulet değil yalnızca, diplomatik ve ticari bir sürü dolap da dönüyor. Kristal kadehlerde köpüren şampanya, buruk Fransız şarapları ve konyak, herkesin her an içtiği bir ortam sözkonusu. Herkes dediysem cellabalı kadınlarla fesli erkekler değil elbette, beyaz frakları içinde iki dirhem bir çekirdek işbitiriciler, dolandırıcılar, karaborsa erbabı ve Fransız, Alman, İtalyan subayları, Vichy Hükümeti’nin kodamanlarıyla Üçüncü Reich’ın casusları.

Haberin Devamı

BU CAMİYİ 35 BİN İŞÇİ 50 MİLYON SAATTE YAPTI

Şimdi Kazablanka’da, Bogart ve Bergman’ın kara sevdasına tanık olan mekânda, yani Rick’s Café’de oturuyorum ama ne şampanya kadehleri tokuşturan şık Avrupalılar var etrafta ne de piyanodan dökülen nostaljik ezgiler. Duvarlarda Kazablanka filminden fotoğraflar olmasa, nane çayı içen ve Arapça konuşan müşterileriyle her hangi bir kahveden pek farkı kalmayacak buranın. Kent, gerçek Kazablanka, palmiyeli caddeleri, pazar yerlerini dolduran kalabalığı, Medina’nın dar sokakları ve kenar mahallelerdeki diz boyu yoksulluğuyla dışarıda soluk alıp veriyor.
Rick’s Café’den çıkıp limanda demirli gemilere bakıyorum bir süre. Sonra kıyıda, surlar, “art nouveau” tarzındaki yapılar, sıvası dökülmüş eski, basık gecekondular, avuç içi büyüklüğündeki dükkânlar boyunca yürüyorum. Bir mazgal deliğinde İspanyollardan kalma toplar paslanıyor okyanusa karşı. Ve Alâaddin’in lâmbasından çıkan dev gibi İkinci Hasan Camii yolumu kesiyor birden. Küf yeşili devasa çatısı, okyanusa meydan okuyan minaresi ve binbir çeşit süslemeleriyle İslâm coğrafyasının harikalarından biri olduğunu kanıtlamak istercesine uçsuz bucaksız avlusu, sebilleri ve medreseleriyle önümde yayılıyor. Bu yapının boyutları uzun süre tartışma konusu olmuştu, anımsıyorum. Hemen tüm Ortadoğu hanedanlarında rastladığımız, çoğu kez “megalomani” sınırlarını zorlayan bir büyüklük kompleksinin ürünü cami hakkında bazı saşırtıcı rakamlar vereyim: 50 milyon saat boyunca tam 35 bin işçi ve zenaatkâr çalışmış şantiyede. Yapıyı denizin hiddetinden koruyabilmek için 26 bin metre küp beton ve 60 bin metreküp kaya parçası dökülmüş kıyıya. Namaz kılınan bölüm 3 bin 400 metrekarelik alanı kaplıyor ve Murano’dan getirilen 50 avizeyle aydınlatılıyor. Her biri 60 metre çapında ve 10 metre yüksekliğinde. Çatıya, geleneksel Fas mimarisini taklit eden tam 300 bin kiremit döşenmiş.
Yalnızca ülkenin en büyük şairlerinden Abdellatif Labii’yi değil, kendisine ihanet eden yakın dostu General Oufkir’i kurşuna dizdirdikten sonra tüm ailesini de yıllarca hapiste tutan eski Fas Kralı İkinci Hasan’ın egosunu simgeleyen bu yapı, Kazablanka’nın övünç kaynağı belki, ama bana sorarsanız modern zamanlardan çok Firavunlar dönemini çağrıştırıyor. Fas hâlâ bir krallık, cumhuriyet değil. Ama en az kendini cumhuriyet olarak tanımlayan komşuları kadar “demokratik”. Son seçimlerin ardından gerçek anlamda çoğulcu bir demokrasiye geçmeyi başardığını bile söyleyebiliriz. Bunda genç Kıral 6’ncı Muhammed’in de katkısı var elbette, ama monarşi ve ona bağlı kurumlar kutsal sayılıyor hâlâ, onları eleştirmek yasak.

Haberin Devamı

RENGARENK KADINLAR

İkinci Hasan Camii’nden biraz uzaklaşıp ara sokaklara dalınca insan boyunda izbeler, “ev”den başka herşeye benzeyen, çatılarına çanak antenlerin yuva kurduğu konutlarla karşılaşıyorsunuz. Dalgaların uğultusu ölgün ışıklı, pis kahvelerin sıralandığı sokaklarda dağılıyor. Renkleri seviyor Fas halkı, pembe, mavi, yeşil, sarı giysileriyle dolaşıyor kadınlar, erkekler cellabalarına sarılmış köşebaşlarında uyukluyor. Çocuklar da öyle, çekingen, ürkek ama son derece vakur. Vaktinden önce yaşlanmışlar sanki. Kentin varoşlarında, örneğin Sidi Moumen’de gecekondular sığırcıklar gibi çoğalıyor.
Allah’ın Kızları’nın Arapça çevirisinin tanıtımından sonra bir yayımcı dostum öğle yemeğine davet etti. Bordo ceket giymiş siyah kravatlı, beyaz eldivenli garsonların servis yaptığı aydınlık, ferah bir balık lokantasındaydık. Arap halklarını sokağa döken, daha özgür ve eşit bir dünya için eyleme yönelten yoksulluk görünmüyordu pencereden bakıldığında. Işığı dalgalarla birlikte lokantanın içine çeken pencerelerden bakıldığında okyanus görünüyordu yalnızca, Lautrémont’un deyimiyle “her zaman kendine eşit, yaşlı okyanus.” Gökyüzü de bomboş, öyle alıp başını gidecekmiş gibi, sessiz ve derindi. Kazablanka filminin sonunda Laszlo ve güzel eŞini Portekiz’e, oradan da Amerika’ya götüren uçak yoktu görünürde. Dooley Wilson piyanoda “As Time Goes By”ı çalmıyor, ama kristal kadehlerde şampanya içiliyordu.

Haberin Devamı

FİLMİN SIRRINI UMBERTO ECO’DAN ÖĞRENMİŞTİM

Kazablanka filmini yıllar önce Paris’te, Quartier Latin’in kuytu bir sinemasında görmüş, bir daha da unutamamıştım. Bir kaçışın öyküsüydü aslında, Nazi Almanyası’nın buyruğundaki Avrupa’dan Amerika’ya kaçmak için Kazablanka’ya gelen Laszlo çiftinin serüvenini anlatıyordu. Bir de Rick ile Ilse’nin mutsuz ve derin aşklarını. Laszlo’nun eşi genç kadın (Bergman), Rick’s Café’nin yakışıklı ve alaycı patronuyla (Bogart) tutkulu bir aşk yaşamıştı Paris’te. Ve savaş onları ayırmıştı Kazablanka’da yeniden bir araya getirmeden önce. Sömürgecilikten yeterince nasibini almış, “Amerikan Rüyası”nın tüm klişelerini benimsemiş de olsa, tuhaf bir çekim gücü vardı filmin. Bu çekim gücünün, kendi içinde son derece tutarlı ve Homerosvari bir anlatı yapısından kaynaklandığını öğrenecektim sonradan. Ama çok sonradan, ilk Kazablanka yolculuğumun eşiğinde, Umberto Eco ile Frankfurt Kitap Fuarı’nda yaptığım bir söyleşi sayesinde. O söyleşide Eco filmin müziğinden de söz etmiş, “You must remember this” sözcüklerinin neredeyse tüm Avrupa ve Amerika’nın ortak belleğinde yer ettiğini söylemişti. Bu nostaljik şarkının (As Time Goes By) gerçekte filmin özgün ezgisi olmadığını, Herman Hupfeld tarafından 1930’ların başında bestelendikten sonra Rick ile Ilse’nin Paris’te yaşadıkları romantik aşkla ilgili bölüme “flashback” biçiminde monte edildiğini bilmiyordum. Yalnızca bu ezgi değil Ilse rolündeki Ingrid Bergmann’ın güzelliği de büyülemişti beni. Filmin sonunda, sisli ve yağmurlu bir sabah alacasında, Bogart’ın tabancasından çıkan kurşun Nazi subayını (kötü adamı) öldürmekle kalmamış, beni de, üstat Umberto Eco gibi, derinden yaralamıştı. Bir hafta sonra Kazablanka’ya uçacaktım çünkü. Diyeceğim, hakkında çok şey duyup neredeyse hiçbir şey bilmediğim bu kente ayak basmadan önce, onunla savaş yıllarından kalma bir Holywood filminin karelerinde tanışacaktım. Bu karelerin gerçek Kazablanka ile uzaktan ya da yakından hiçbir ilgisinin olmadığını, filmin baştan sona stüdyoda çekildiğini farketmem içinse aradan yıllar geçmesi gerekecekti.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!