Eylül güneşinde Ege kıyıları
Bayram telaşı bitti, çoğunluk tatilini tamamlayıp evine döndü. Yollardaki ve sahillerdeki kalabalıklar azaldı, gürültü yerini tatlı bir sessizliğe bıraktı. İşte tatile çıkmak için yaz başından beri beklediğim an gelip çattı. Geçen yıl eylül başında güneydeki ıslak koyları dolaşmıştım. Bol bol kitap okumuş, eylülün insaflı yazının tadını çıkartmıştım. Bu gezide gördüklerimi, yediklerimi ve okuduklarımı sizinle paylaşacağım.
Eylül aylarını severim, benim ayımdır, çünkü bu ayda doğdum. Onun için eylülleri hep keyif içinde yaşamaya gayret ederim. Yine öyle yaptım ve geçen yıl eylül başında yollara düştüm. Niyetim, bayram sonrasında nisbeten sessizleşen güney sahillerinde gönlümce dolaşmaktı. Bu bir tatil gezisi olacağı için, fotoğraf çekme, not alma, dağda bayırda koşturma telaşı olmayacaktı.
Gittim, gezdim, yedim ve okudum. Yaptığım bu eylemlerin hepsi de o kadar keyif verdi ki, bunları sizinle paylaşmadan edemedim.
Yol üstünde yeme-içme işine Akhisar’da başladım. Akhisar Köftesi’yle hasret giderdim. Her seferinde olduğu gibi köftenin tadı yine damağımda kaldı.
İlk durağım Kuşadası oldu. Her zaman yaptığım gibi, güneşi Kısmet Oteli’nin nefis manzaralı barında batırdım. Oturduğum yerden çevreyi şöyle kolaçan edince, beton binaların bu güzelim beldeyi ne kadar çirkinleştirdiğine bir kere daha üzüldüm.
Akşam yemeğini yiyeceğim Tarihi Çınar Altı, “yol üstü” lezzet duraklarımın en favorilerinden birisiydi. Bu lokantada, denizi kuşbakışı seyrederek yemek yemenin keyfini çok az yerde yaşıyordum. Her zamanki gibi çeşitli yöre otlarıyla yapılmış mezeleri, sızma zeytinyağının içinde adeta yüzen ahtapot bacaklarını, kalamar dolmasını, en sonunda da taze deniz levreğini tadını çıkarta çıkarta yedim.
GÖKOVA CENNETİ
Ertesi gün soluğu Marmaris-Datça arasında, Gökova Körfezi’ne bakan Bördübed mevkiinde küçük bir tatil köyünde aldım. Ormanın içinde küçük bir derenin kıyısında kurulmuş olan bu tesis, tam cinime göre bir yerdi. Kuş sesinden, birbirini kovalayan ördeklerin bağırtılarından, nefesleri bir türlü kesilmeyen ağustos böceklerinin cızırtısından başka ses duyulmuyordu. Burada kaldığım sürede bol bol kitap okumayı aklıma koymuştum. Yanıma (biraz da abartarak) yeteri kadar kitap almıştım. Vakit geçirmeden soluğu tesisin plajında aldım. Bir çam ağacının altına uzanıp, satırların arasına daldım.
GÜNEŞ BATIMI
Kitaplarda anlatılanlar o kadar ilgi çekiciydi ki, beş gün boyunca kitaplardan kafamı pek kaldırmadım. Sıcaktan bunaldıkça, denize atlayıp uzun uzun yüzdüm. Böylesine monoton bir yaşamı ne kadar özlediğimi fark ettim. Son gün tepelere çıkıp, Gökova’da güneşin batışını seyrettim. Datça Yarımadası’nın dağlarında o saatlerde tüm detaylar kayboluyordu. Birbirlerinden ton farklarıyla ayrılıyorlardı. Koyu duman, kararmış gümüş, siyahı bolca gri... Bir de eteklerine duman oturuyordu. Bulunduğum tepenin eteklerini döven dalgalar, kıyıda bembeyaz köpüğe dönüşüyordu.
Güneş Datça’nın ucunda kaybolmaya yüz tutunca, otomobilin disk çalarına Bizet’nin “İnci Avcıları”nı koydum. Nadir’in aryasını dinlerken, güneşin denizin üstündeki turuncu yansımasına bakıp düş yolculuklarına çıktım.
Tabii ki bu güzel anı mataramdaki malt viski ile tatlandırmayı ihmal etmedim.
AKDENİZ KOYLARINDA MAVİYE BOYANMAK
Yanımda bir çanta kitapla çıktığım “güz tatili”nin ikinci bölümünde önce, Datça Yarımadası civarındaki lezzet duraklarından bahsedeceğim. Keyifle yemek yediğim yerlerden biri, Selimiye’deki Sardunya oldu. Burası denize omuz vermiş bir restorandı. Masalar muz ağaçlarının gölgesine sığınmıştı. Önündeki iskeleye bağlanmış yabancı bandıralı yatlar, düş yolculuklarına neden oluyordu. Bildik ama lezzetli mezeler, denizden çıkanlarla sarılmış Çin böreği, mevsiminde gelenlere kabak çiçeği dolması, tartılırken teraziden zıplayan taze balık, tüm bunlara ek olarak bir de lacivert deniz... Bütün bunlar insanı, yeme ve içme konusunda yeterince tahrik ediyordu.
Bir başka adreste Bozburun Söğüt köyünde idi. Restoran “Manzara” adını gerçekten de hak etmişti. Serin bir rüzgar eşliğinde karşıda adalar, uzaklardan geçen tekneler, yakamozların oynaştığı çivit mavisi bir deniz, karşı tepelerde, parlak, sıcak bir ışıltının altında uyuyan sarı tarlalar... Bu muhteşem görüntülere sahip olan Manzara, mütevazı bir restorandı. Bu aile işletmesinin başrolünde evin hanımı Bircan Darali vardı.
GÖCEK’İN NİMETLERİ
Bozburun’daki gezintimi bitirdikten sonra direksiyonu Göcek’e çevirdim. Karadan ulaşılması zor olduğundan uzun yıllar bakir kalan kasaba, yolların yapılması ile birlikte yapılaşmaya da kucak açmıştı. Çevre tepelerde “tripleks” villalar, mantar gibi boy göstermeye başlamıştı. Kasaba yavaş yavaş eski özelliğini kaybediyordu. Dükkanlar, restoranlar liman çevresinde yoğunlaşmıştı. Sahildeki Limon adlı lokantada kendime bir balık ziyafeti çektim.
Sezon sonu olduğu için oldukça makul bir fiyata küçük bir tekne kiralayıp koylara doğru açıldım. Genç kaptanın adı Muhammet’ti. Yazları turistleri gezdiriyor, kışları ise balıkçılık yapıyordu.
Önce adalar zincirinin başındaki Göcek Adası’nın çarşaf koylarından birinde durduk. Denize girdiğimde maviye boyandığımı sandım. Çamların denize vuran gölgelerinde yüzdüm. Tekneye çıkınca Muhammet’i olta sallarken buldum. Akyaların önünden kaçak küçük balıklara çırpma yapıyordu. Ben de ona özendim ama, ikimiz bir olup bir tavalık bile balık yakalayamadık.
Sonra Yassıca Adası’na yanaştık. Deniz burada da öylesine tahrik ediciydi ki, mayomun kurumasına fırsat vermeden tekrar sulara atılıverdim. Ardından Zeytinli Adası, hemen onun arkasında Domuz Adası derken vakit öyleye vardı. Tersane Adası’nda motoru kıçtan kara yapıp, sahildeki lokantaya oturduk. Adanın bekçisinin işlettiği bu çardak altında, bekçinin eşinin mayaladığı taze yoğurdu, yine onun yaptığı keçi peynirini, çoluk çocuk hep beraber kırdıkları yeşil zeytinleri, kıpkırmızı bahçe domatesleriyle yapılmış çoban salatasını, yine kendilerinin üretimi olan sıcak ekmeğe katık ederek, lezzetli bir öğle yemeği yedik. Yemekten sonra teknenin gölgeliğinin altına uzanıp, kendimi rüzgarın okşamalarına bıraktım. Yattığım yerden, laciverdin mora karışıp çivit mavisine dönüştüğü suları seyrettim.
TATİLE ELVEDA
Rotayı Muhammet’e bıraktım. Beni süt liman koylara götürmesini söyledim. Önce Sıralıbük’e ardından Bedri Rahmi Koyu’na uğradık. Bedri Rahmi, 1973 yılında Azra Erhat ve Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte çıktığı Mavi Yolculukta bu koyda demirlemiş ve bir çeşmenin yanındaki bir taşa bir balık figürü yapmıştı. Daha önceleri Taşyaka olan koyun adı sonra Bedri Rahmi Koyu olarak anılmaya başlamıştı.
Kille Koyu’nda kendimi denize bırakıp, öğle sersemliğini üstümden attım. Oradan Boynuzbükü, Akbükü derken, denize gire çıka vakti akşam ettim. Göcek Limanı’nda Muhammet’le vedalaşırken ona, kışın balık tutmaya geleceğimi söyledim. Dönüş yolu için otomobile bindiğimde, uzaklarda bir yerde pembe bulutların “iplik iplik yağmura” dönüştüğünü gördüm. Tatil bitmişti artık. Bir süreliğine frenine bastığım yaşam, yine tam gaz sürüp gidecekti.
(Bu gezinin ulaşım sponsoru Mercedes-Benz Türk AŞ.’dir.)
KİTAPLARDAN
Yolculuğa çıkmadan önce vasiyetini yaz
Alman yazar Winfried Löschburg’un “Seyahatin Kültür Tarihi” ilk okuduğum kitap oldu. Kitaptan oldukça ilginç bilgiler edindim. Örneğin 18’ici yüzyıl başına kadar gezginlerin günlük seyir hızı, ortalama 25 ila 60 kilometre arasında değişiyordu. O devirde yolculuk demek, çoğunlukla uzun bir yürüyüş anlamına geliyordu.
Kitapta yüzyılın ortasındaki yolculuklar şöyle anlatılıyordu: “İnsanlar yolculuğa çıkmadan önce işlerini düzene koyup, vasiyetnamelerini yazıyorlardı. Avrupa’yı boydan boya geçip, Sibirya’ya varmak isteyenler böyle bir yolculuğa bir yıl ayırmak zorundaydı. Fransa’dan yola çıkan bir gemi, Ümit Burnu’nu geçerek yaklaşık 650 günde Çin’e varırken, Peru’ya gidiş-geliş üç dört yıldan fazla sürüyordu. Koca karınlı ahşap gemiler bazen limanda haftalarca uygun rüzgarın çıkmasını bekliyordu. Bir deniz yolculuğundan daha belirsiz bir şey yoktu. Amerika’ya doğru yola çıkan her on yolcudan biri, hedefine hiçbir zaman ulaşamıyordu...”
İLK TREN SEFERİ İLK YOLCU BAVULU
“Seyahatin Kültür Tarihi”nden öğrendiğime göre gezi rehberi diye nitelendirilecek ilk kitap İngiltere’de yayımlanmıştı. 1836 yılında Londralı yayıncı John Murray’ın yazdığı “Red Book” adlı bu kitapta Hollanda, Belçika ve Ren bölgesinin gezilip görülecek yerleri anlatılıyordu. Kitaptan öğrendiğime göre bugün kullandığımız türden bavullar, 1870 yılları civarında demiryolu trafiğinin yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıktı. İlk tren hattı İngiltere’de 25 Eylül 1825 tarihinde, Stockton-Darlington arasında hizmete açıldı. Tren seferleri Amerika’da 1829’da, Fransa’da 1831’de, Belçika ve Almanya’da 1835’te, Avusturya ve Rusya’da 1837’de, Hollanda ve İtalya’da 1839’da başladı. Ülkeler arası ilk tren seferi ise 1843 tarihinde, Belçika ile Almanya arasında yapıldı.
Max von Weber, tren seferleri başlamadan önceki yolculukları şöyle anlatıyordu: “Babalarımızın posta arabasına binerken giydiği o kocaman, gri mantoları, kukuleta ve kürk başlıkları, ağır çizmeleri ve kalın gri yün çorapları kim hatırlamak ki?.. Yolculuğa çıkanlar en kötü giysilerini giyer, böylece arabada kirlenip, buruşmasına aldırmazlardı. Evde hazırlanan sandviçlerin ve piponun konabilmesi için ceplerin yeterince geniş olması gerekiyordu. Tahtadan yapılmış demir kasnaklı bavullar çok ağırdı. Kadınlar, başlarında kukuleta, ayaklarında keçe ayakkabı ve üstlerinde pamuklu kaba paltolarla kendilerini bile bile çirkinleştirip, yolculuk tehlikelerinden korunmaya çalışırlardı...”
Yine kitaptan öğrendiğime göre ilk turistik turu, marangoz ve gezici vaiz olan İngiliz Thomas Cook düzenledi. İlk dünya turunu ise 1878 tarihinde Berlinli Carl ve Louis Stangen kardeşler pazarladı. Yedi kişinin katıldığı bu tur sekiz ay sürdü.
GEZGİNİN VÜCUDU DAYANIKLI OLMALI
Tahmin edeceğiniz gibi kitap öylesine ilginç bilgilerle doluydu ki, bir solukta bitirdim. Yüzyılın başındaki yolculukların zorluklarını okudukça, o devirlerde gezgin olmadığıma dua ettim. Çünkü o gezilere her babayiğit dayanamazdı. Kitapta o dönemin gezginlerinde aranan özellikler şöyle sıralanıyordu: “Seyyahın vücudu güçlü ve sağlıklı olmalıdır. Bütün yolculuklara dayanabilmeli, duruma göre arabalı ya da arabasız gece gündüz yol alabilmeli, önüne ne konursa yiyip içebilmelidir. En ufak zorluktan yılacak kadar kadar dayanıksız ve narin olan kimseler evlerinde otursunlar daha iyi...”
EN BÜYÜK GEMİ 50 FIÇI BÜYÜKLÜĞÜNDE
İkinci gün okumaya başladığım kitap da keşiflerle ilgiliydi. Joachim G. Leithauser adlı Alman yazar “Ufkun Ötesindeki Dünyalar” adlı kitabında dünyanın keşfediliş öyküsünü anlatıyordu. Bu kitapta da ilginç bilgiler vardı. Örneğin Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşif yolculuğu sırasında kullandığı gemilerin boyutunu öğrenince hayrete düştüm. O zamanlar gemilerin büyüklüğü “tun” ile ifade ediliyordu. Tun, büyük şarap fıçılarına verilen isimdi. Güvertenin altına sıralanan tun miktarı, geminin büyüklüğünü gösteriyordu. Kolomb’un sefere çıktığı gemilerin en büyüğü 50 tun kadardı. Yani ünlü kaşif 50 fıçı büyüklüğündeki gemilerle okyanusları aşmıştı.
Kitapta anlatılanlara göre, o devir teknelerinde mutfak ve aşçı bulunmuyordu. Yemek pişirmek için kullanılan tek yol, güvertenin bir köşesinde, zemine kum serilerek yakılan ateşti. Günde bir kez sıcak yemek verilir, gemiciler bütün yemekler için tek bir tahta çanak kullanır ve elleriyle yerlerdi. Yiyecek çeşitleri ise çoğunlukla iyi pişmemiş, tuzlanmış et ve peksimet ile bezelye, mercimek ve balıktı. Tuvalet ihtiyacı ise küpeşteden sarkıtılan bir iskemleye oturarak herkesin alaylı bakışları arasında yapılırdı.
Pasifik Okyanusu’nun ne anlama geldiğini de bu kitaptan öğrendim. Portekizli denizci Fernao de Macellan, okyanusu ilk gördüğünde hava öylesine durgun, öylesine çarşaf gibiydi ki, buraya “Sükunet Denizi” anlamına gelen “El Mare Pacifico” adını verdi.