Seyahat yazarlarından bayramda yurtdışı önerileri
Ramazan Bayramı’nda, cuma günü izin almayı başaranlar altı gün tatil yapacak. İzninizi yurtdışında değerlendirmeyi düşünüyorsanız, eylül başında en güzel günlerini yaşayan, dört saati aşmayan uçak yolculuğuyla ulaşıp, altı günde keşfedebileceğiniz pek çok şehir var. Hürriyet Seyahat’in yazarları Mehmet Yaşin ve Saffet Emre Tonguç sizin için seçti.
MEHMET YAŞİN:
Eylülde İsviçre gölleri
Bugünlerde bana en çok sorulan sorulardan biri “Ramazan Bayramı’nda yurtdışında nereye gidelim” oluyor. Eylül gezmek için en ideal aylardan biridir. Doğa biraz daha renklenmeye başlar, havanın sıcaklığı gezginleri canından bezdirmez. Tatilcilerin çoğu artık evlerine çekildikleri için ortalık daha tenha olur. Size bu hafta bayram için iki yolculuk önereceğim. Bunlardan biri eylülde daha da güzelleşen İsviçre gölleri olacak. Diğeri ise şarkısıyla dillere destan olan Portofino. Size bu hafta bu iki mekana daha önce yaptığım gezileri anlatmaya çalışacağım.
Cenevre’den Montrö kentine giden trenin penceresinden akıp giden manzaraları seyrederken, aklıma Nazım Hikmet düştü. O da İsviçre’yi bir tren penceresinden seyretmiş ve şu dizeleri yazmıştı:
“Geçiyor İsviçre camdan / güneşli bir akvaryumdan / geçen bir balık gibi, / çok renkli bir balık.”
Montrö yakınlarında, Cenevre Gölü’ne bakan otele geldiğimde gün çoktan çekip gitmiş, yerini ıslak bir geceye bırakmıştı. Bütün İsviçre’de olduğu gibi, burada da sokaklar çoktan boşalmıştı. Sabah yağmurlu bir güne uyandım. Karşıdaki lacivert dağların ardında, gümüş parlaklığında bir ışık yükseliyordu. Yamaçlarda gece yağmuruyla sırıl sıklam olmuş ormanlar, beyaz dumanlar saça saça uyanıyordu.
TRENLE BAĞLAR ARASINDA
Manzara, insanı bir başka boyuta taşıyacak kadar etkileyiciydi. Zaten Yahya Kemal Beyatlı da “Siste Söyleniş” şiirinde, İstanbul’un güzelliğini anlatabilmek için bu gölleri örnek vermemiş miydi: “Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri / Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri”
Sabahın erkeninde Montrö iskelesinden küçük bir vapura bindim. Vapurun yanından beyaz kuğular süzülüyordu. Dağların görüntüsü durgun suya yansımıştı. İçimden bu durgun suyu öpmek, okşamak geçiyordu. Nereye baksam başka bir kartpostal görüyordum. Ne şanslı insanlardı bu İsviçreliler.
Vevey sırtlarındaki bağların yaprakları sararmaya başlamıştı. İskelenin önünde bekleyen “Şarap Treni”ne binip, bağların arasından döne döne tepeye, Chexbres’ye tırmandım. Sonra Lavaux bağlarında hasattan arda kalan üzümlerin tadına tadına baka baka, asfalt patikaların arasında dolaşmaya başladım. Tepeden bakınca, göl, üstündeki yelkenliler, bulutlar, martılar, kuğular, köylerin kırmızı damlı evleri daha da hoş görünüyordu.
Yemek için gittiğim lokantada, göle hakim bir masaya oturdum. Mönüye bakmadım bile. İsviçre’nin ünlü peynirlerinden (taze ve yıllanmış) birkaç çeşit ve yine biraz salam, pastırma, sosisten oluşan bir şarküteri tabağı söyledim. Aslında zengin İsviçre’nin fakir bir mutfağı vardı. Evlerde ve restoranların çoğunda ana yemeği, eritilmiş peynirle ekmek oluşturuyordu.
Yemekten sonra bir otobüse binip, yarı uykulu gözlerle etrafı seyrederek Montrö’ye döndüm. Bu kent İsviçre’de sevdiğim yerlerin baş köşesinde yer alıyordu. Sahil boyu sıralanmış otelleri, pencerelerinden rengarenk sakız sardunyası sarkan evleri, kıyıdaki küçük parkı, tepelerdeki şaleleri her türlü düşe açıktı.
DAĞIN TEPESİNDE
Bankta göle karşı dalıp gitmiştim. Daha sonra bir otobüse binip tepelere doğru yol aldım. Ormanların arasından geçip giden yol bir saat kadar sürdü. Dağların ortasında, 1550 metre yükseklikteki Villar-sur-Orion kentindeydim. Otelde odamın penceresinden görünen manzara muhteşemdi. Aşağıdaki köye sis inmişti. Biraz ileride Alplerin en yüksek zirvesi Mont Blanc, tüm heybetiyle çevresindeki dağlara tepeden bakıyordu. Orada kaldığım üç gün boyunca nefesimin yettiği kadar dağlara tırmandım, ormanların arasındaki patikalarda yürüdüm, serin ve temiz hava ile ciğerlerimi dinlendirdim. Dönüş yolunda kendimi yenilenmiş hissediyordum.
Aşkın limanı Portofino
Portofino’ya “bir çırpıda” gidemeyeceğimi biliyordum. Çeşitli mekanlarda yemek ve manzara molaları verecektim. Önce Po Ovası’nı geçtim. Ova bitince, İtalya Alpleri’ne doğru tırmanan yola saptım. Nefis bir yoldu; Açık yeşil, koyu yeşil, zeytuni yeşil, zümrüt yeşili, sarılı yeşil... Tepelerde bütün bu tonlar mevcuttu. Arada bir görünen kırmızı ve pembe açelyalar, tablodaki renkleri tamamlıyordu.
İtalya Alpleri’ni aşıp, Cenova istikametine doğru giden yol, çok virajlı ve tünelliydi. Bir tünel biter bitmez diğeri başlıyordu. Üç saat boyunca bazen zirveye çıktım, bazen ovalara indim. Bir süre sonra, yolun yüksekçe bir yerinden Cenova’yı gördüm. İtalya’nın bu en eski kenti, uzaktan gözüme hiç de hoş görünmedi. Bir taş yığını gibiydi.
Ceneva’dan sonra 50 kilometre daha gidince, deniz kıyısında San Margherita kasabasına geldim. Geceyi geçireceğim bu yerleşim, yeşil tepelerle turkuvaz renkli Akdeniz’in arasına sıkışıp kalmıştı. Tepelerdeki köşkleri, palmiyeli yolları, rengarenk çiçekli parkları, mavi, yeşil, sarı, vişne kurusu badanalı evleri görünce, “işte cennet” dedim.
İskelenin karşısındaki bara oturduğumda, denizde yakamozlar oynaşmaya başlamıştı. Garson bana sormadan, soğutulmuş uzun bardaklar içinde, buz gibi şeftalili votka getirmişti. Huzur içinde içkimi yudumlarken, çevreyi gözlem altına almıştım. Evlerin kapalı olan tahta kepenklerine bakılırsa, yazlıkçılar erkenden gitmişti. İskelenin ucundaki motorcu, Portofino’ya gidecek yolcuları bekliyordu. Barda benden başka, bir kaç yakışıklı İtalyan erkeğiyle güzel kız vardı. Biryantinli saçları ve bakıra çalan tenleriyle, neşe içinde birbirlerine kur yapıyorlardı.
PORTOFİNO YOLUNDA
Ertesi sabah erkenden Portofino’ya doğru yola çıktım. Motorla gitmek yerine, kumsalı izleyen beş kilometrelik yolu yürümeyi tercih ettim... Bir tarafı deniz, diğer tarafı yeşillik tepe olan yol oldukça keyifliydi. Sol kıyısındaki çakıllı kumsalda, eylül güneşinin tadını çıkartan dilberler, o muhteşem vücutlarıyla sere serpe uzanmıştı. Yürürken kendimi “I found my love in Portofino” şarkısını mırıldanırken yakaladım. Bu yakalayış beni, başımda kavak yellerinin estiği gençlik yıllarıma götürdü.
Portofino şarkısını, 60’lı yılların sonuna doğru ilk kez, Sezen Cumhur Önal’ın “Plaklar Arasında” programında dinlemiştim. Şarkıdaki dalga seslerini duyunca, Portofino’yu bir tepenin üstünde düşlemiştim. Halbuki bu küçük köy, denizin kıyısındaydı. Takılmış CD gibiydim. Şarkının ikinci mısrasına bir türlü geçemiyordum. Çünkü diğer dizeler İtalyanca yazılmıştı.
Yürürken şarkıdan şarkıya atlamıştım; Paul Anka’nin “Diana”sı, Neil Sadaka’nın “You Mean Every Thing To Me”si, Pat Boom’un “Speedy Gonzales”i... Tabii ki Vittorio Paltineri’nin “I found my love in Portofino”su. Hepsinden birer ikişer mısra söylerken, gençliğime doğru yürüdüğümü sandım.
KOYLAR AŞK KOKAR
Önce Portofino tabelasını gördüm. Hemen altında asılan tabelada ise klakson çalmamaları konusunda sürücüler uyarılıyordu. Sağ taraftaki tepede, ünlü Splendido Oteli ağaçların arasında kaybolmuştu. Dar bir sokaktan indiğim kilisenin avlusunda, bir düğün töreninin ortasında buldum kendimi. Gelinle damadı kutladıktan sonra, deniz kıyısına doğru yoluma devam ettim. Ünlü Portofino, bir koyun etrafına sıralanmış, rengarenk evlerden oluşmuş küçücük bir köydü. Bir kahveye oturup, soğuk bira eşliğinde çevreyi seyretmeye daldım.
Portofino, diğer küçük koylara benziyordu. Assos, Sığacık, Turunç, Gümüşlük, Bitez gibi. Bütün koylarda hava nedense buram buram aşk kokardı. Ara sokaklarında ne aradığımı bilmeden, akşama kadar dolaşıp durdum. San Margherita’ya dönemeden önce elime bir kadeh armanyak alıp, koya bakarak son kez “I found my love in Portofino” dizelerini mırıldandım.
Bu romantik geziyi bayram tatilinde sizlere de öneriyorum.
Saffet Emre TONGUÇ:
170 ulusu buluşturan Malmö
Tarih boyunca yirmiden fazla savaş yapan Danimarka ile İsveç’i Oresund Denizi ayırıyor. Eskiden sadece feribot seferleri bu ülkeleri birleştiriyordu, 2000 yılında açılan görkemli Oresund Köprüsü ile deniz aşıldı, ulaşım hızlandı. 1991 yılında Danimarka ve İsveç arasındaki yazılı bir anlaşmanın ardından inşaatına başlanan ve yaklaşık dokuz yılda tamamlanan köprü toplam 16 kilometre uzunluğunda. 4 kilometresi tünel, 4 kilometresi yapay ada, kalanı ayaklı ve asma köprü. Bu mühendislik harikası Danimarka’nın başkenti Kopenhag ile İsveç’in üçüncü büyük şehri Malmö’yü birbirine bağlıyor. Üstten ikişer şeritli otobanın, alttan da elektrikli hızlı trenin geçtiği köprünün 2010’da 10’uncu açılış yıldönümü kutlandı. 2003 Temmuzu’nda 10 milyon’uncu aracın geçtiği köprüyü günde yaklaşık 7 bin vasıta kullanıyor. Fiyatlar gayet yüksek. Otobüslerin ödediği rakam 220 Euro, motorsikletler bile 22 Euro veriyor geçiş için.
170 ULUS BİR ARADA
İsveç bin 140 kale, bin ortaçağ kilisesi, 28 milli park, 10 bin kilometrelik bisiklet ve doğal yürüyüş yollarıyla her çeşit turiste ilginç gelen bir ülke. Yüzölçümü açısında Avrupa’nın beşinci büyük ülkesi, yarısı ormanla kaplı. Stockholm ve Göteborg’dan sonra üçüncü büyük şehri Malmö’nün nüfusu 290 bin. 150 dilin konuşulduğu ve 170 farklı milletten insanın yaşadığı kozmopolit bir yerleşim. Nüfusun yüzde 38’i göçmenler. Malmö’nün tarihi 1170 yıllarına dayanıyor. 11 - 17’inci yüzyıllar arasında Danimarka’ya ait olan şehir, başlangıçta bir kiliseyle birkaç evden oluşan küçük bir köydü. Balıkçılığın yanı sıra özellikle ticarette önemli bir merkez haline geldi. 1546’da Belediye binası ve Stortorget (Şehir Meydanı) inşa edildi. Bence Avrupa’nın en şirin şehirlerinden biri olan Malmö’yü gezmeye önce şehir merkezinden başlayın. Ardından Malmö Kalesi’ne sonra da muhteşem bir gökdelen olan Turning Torso’ya gidin. Şehir meydanının ortasında Malmö’yü Roskilde Antlaşması ile tekrar İsveç’e kazandıran Kral 10’uncu Karl Gustav’ın heykeli bulunuyor. Meydanda dünyanın en eski eczanelerinden birini göreceksiniz. (Diğerleri Dubrovnik ve Tallinn’de) Lejonet Eczanesi, 1571’de 2’nci Frederik tarafından yaptırılmış.
Stortorget, Lilla Torg ve Gustav Adolfs Torg meydanları şehrin en hareketli noktaları. Tarihi binalardaki kafeleri, restoranlarıyla ünlü Lilla Torg semtine yemek için uğrayabilirsiniz. Södergatan ise yayalara açık bir alışveriş caddesi. Kentin açıkhava pazarı Möllevangstorget, farklı etnik grupların restoranlarıyla dolu. Şehrin sembolü mitolojik bir hayvan olan Griffin’e değişik yerlerde rastlayacaksınız, hatta Gustav Adolfs Torg Meydanı’nda bir heykeli bile var.
GÖKDELENDE DÖNEN VÜCUT
Kuzeyin en eski Rönesans tipi kalesi Malmö’de. 13’üncü yüzyılın sonlarında bölgenin ticari deniz trafiğini kontrol amacıyla inşa edilmiş. 1536 ve 1542’da Danimarkalılar tarafından ele geçirilmiş. Sonraki tarihlerde restorasyonlarla genel özelliğini korumuş. Kalede beş müze ve bir akvaryum bulunuyor: Doğa Tarihi, Modern Sanat, Teknoloji ve Denizcilik Müzeleri, Komutan Evi. (www.malmo.se/museer)
Turning Torso, 190 metre yüksekliğiyle kuzeyin en yüksek gökdelenlerinden. 2006’da tamamlanmış. 54 katlı yapının tasarımı Valencia’daki Bilim ve Sanat Şehri ile New York’taki Ground Zero’ya da imzasını atan ünlü İspanyol mimar Santiago Calatrava Valls’a ait. Kendi ekseni etrafında dönen zarif bir insanı temsil eden bina dokuz adet beşgenden oluşuyor. En üstteki bölüm, en alttaki birinci bölüme göre saat yönünde 90 derece dönmüş duruyor. Ofislerin ve 147 lüks dairenin yer aldığı bina İskandinavya’nın en yüksek rezidansı.
İsveç mutfağını tatmak için Belediye Binası’ndaki Radhuskallaren‘i deneyebilirsiniz. Yemekleri leziz, fiyatları uygun bir başka mekan Smak. Saluhallen büyük bir kompleks ve farklı ülkelerin mutfaklarından örnekler sunuyor. Gece hayatı için Tempo ve Slagthuset’i deneyebilirsiniz.
Köprüler arasında romantizm
Baltık Denizi kıyılarında, güneşin batmadığı beyaz geceler ağustos başında sona erdi. Rusya’nın sanat şehri St. Petersburg, şimdilerde ışıltılı gecelere döndü. Finlandiye Körfezi’nde, adalar üzerine kurulu bir şehir St. Petersburg. Neva Nehri’nin denize döküldüğü noktada, irili ufaklı 10 ada ve çevresindeki alanlardan oluşuyor. Birbirinden güzel 100 civarında köprüyle birbirine bağlanıyor. Türkiye’nin tarihi kentleriyle karşılaştırıldığında, yeni yetme denebilecek kadar genç bir şehir. Osmanlı’nın Lale Devri’ne hazırlandığı 18’inci yüzyıl başında, Büyük Petro’nun emriyle kuruldu. Neva’nın denize dökültüğü noktadaki bataklıklar kurutulup, yapay adalar oluşturup, birbirinden güzel saraylar, binalar inşa edildi. Müzeleri, konservatuvarı, sanat akademileri, konser ve sergi salonlarıyla hep bir sanat şehri oldu. Rusyanın en büyük bestecileri, yazarları St. Petersburg’da doğdu ya da yaşadı. Igor Stravinski, Dimitri Şostakoviç, Sergey Rahmaninof hayata gözlerini bu şehirde açtı. Rimski Korsakov uzun yıllar müziğin başkentinden ayrılmadı. Çaykovski bu şehirde öldü. Edebiyatçılara gelince... Mikhail Lermontov, Anna Ahmedova, Vladimir Mayakovski, Dostoyevski, Puşkin en güzel eserlerini St. Petersburg’da yazdı.
UNESCO DÜNYA MİRASI LİSTESİ’NDE
İşte böylesine ilham veren bir mekan St. Petersburg. Müzeleriyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Kentin en eski bölgesi Peter ve Paul Kalesi’nin etrafında. Görkemli müzeler, ünlü katedral hep birbirine yürüyüş mesafesinde. Bu bölgeyi gezdikten sonra Troçki Köprüsü’nden geçip, Mars Parkı’na gidin. Savaş anılarının arasından geçtip, karşınıza çıkan soğan kubbeli kiliseye doğru yürüyün. Konyuşennaya Meydanı’ndaki Kutsal Kan Kilisesi mimarisiyle sizi şaşırtacak. Masal şatolarını hatırlatacak. Eğer sirklere meraklıysanız dünyanın en eskilerinden biri olan St Petersburg Sirki yolunuzun üstünde. Fontanka Caddesi’ndeki 1877’den kalma binadaki sirkin kafesinde meşhur Rus birasını yudumlayabilir, akrobatların müthiş gösterilerini izleyebilirsiniz.
St. Petersburg’un efsanevi balesi Marinski Tiyatrosu, yaz boyunca festivaller düzenliyor. Opera ve bale sezonu bu yıl 26 Eylül’de başlayacak, fakat siz rehberli turlarla binayı gezebilir, yaz konserlerini izleyebilirsiniz. Yemek için dünya mutfağının ürünlerini sunan pek çok turistik restoran arasından biz Gürcü mutfağını tadabileceğiniz, çok pahalı olmayan Kinkalnaya Kachapurnaya’yı tavsiye ederiz. (Borovaya Caddesi No: 8)
Kentin en görkemli sarayı batı bölgesinde. Peterhof, görkemli bahçeleri, fıskiyeli çeşmeleriyle bir sanat eseri. Neva Nehri kıyısından bineceğiniz bir tur teknesiyle saray bahçeleri arasında tura çıkabilir ya da yürüyerek görkemli binaları gezebilirsiniz.
Hermitaj’ı bir müze olarak tanımlamak zor. Adeta plastik sanatlar evreni. Pek çok ünlü dünya ressamının, heykeltraşının eserleri bu müzenin koleksiyonunda. Ayrıca porselenden, savaş aletlerine kadar farklı konularda iddialı koleksiyonlar sergileniyor. Her eserin önünde bir dakika dursanız, bitirmeniz haftalar alabilir. Eğer sanata meraklıysanız en az iki gün ayırmanızda yarar var. (www.hermitage.ru)
GECE NEHİRDEKİ TEKNE TURLARINA KATILIN
Kulesinden şehrin panoramik manzarasını seyredebileceğiniz Aziz Izak Katedrali, başınızı döndürecek kadar görkemli bir yapı. Geçmişten günümüze kentin en modern semti Nevsky Prospekt’te yürürken romantik kanallar, köprüler arasında birbirinden güzel binalar, yeni Rus zenginlerinin avuç dolusu para harcadığı ünlü mağazalar, AVM’ler göreceksiniz.
Bu bölgedeki lüks restoranlar ilginizi çekmiyorsa, geleneksel lezzetleri tatmak istiyorsanız Molokhovets Dream’e (Radisheva Caddesi No: 10) uğrayabilirsiniz. Piyanistin yemek müziği eşliğinde kaz, dana, kuzu etinden yapılmış müthiş lezzetler sizi bekliyor.
Akşam hava güzelse, yıldızların altında kenti görmek için Nevsky Prospekt’ten hareket eden tekne turlarına katılabilirsiniz. Fontanka ya da Moika kanallarında düzenlenen turlar sırasında içki de ikram ediliyor. Gece yarısı kentin bazı köprüleri açılıyor ve büyük gemiler limanlara yanaşıyor. Bu da görülmeye değer bir manzara.
Eğer zaman bulabirseniz mutlaka yerel ürünlerin satıldığı Kuzneçni Pazarı’na uğrayın. Bu rengarenk pazarda yerel peynirlerden şaraplara, baldan şarkuteri ürünlerine her şeyi bulabilirsiniz. (Kuzneçki Pereulok No: 3) Ortaçağdan günümüze Rus sanat ürünlerinin sergilendiği Rus Müzesi’nde pazar günleri tüm çocuklara yönelik Rus geleneksel el sanatları atölyeleri düzenleniyor. Çocuklara bez bebek yapımı, seramik, kağıt elişleri konusunda bilgi veriliyor. (www.rusmuseum.ru)
Kaşifler şehri Lizbon
Portekiz adeta yolgeçen hanı gibi bir ülke. Keltler, Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar ve Vizigotlar’dan sonra 711 yılında Arapların eline geçmiş ve etkisini hâlâ hissedebileceğiniz Endülüs dönemi başlamış. Pekçok caminin yanı sıra Lizbon’daki Cerca Moura denilen surlar da bu dönemde inşa edilmiş. 1147’de Portekiz Kralı 1’inci Afonso komutasında Fransız, İngiliz, Alman ve Portekizlilerden oluşan ordu Lizbon’u Portekiz topraklarına katmış. Bu tarihte, şehirde yaşayan farklı dinlerdeki insanların katledildiği veya din değiştirmeye zorlandığı, camilerin kiliseye çevrildiği ve günlük hayatta Arap etkisinin azalarak Portekiz kültürünün ve Hıristiyanlığın hüküm sürmeye başladığı biliniyor. 12’inci yüzyılda yeni ticaret rotalarının bulunmasıyla Portekiz Avrupa’daki en zengin ülkelerden biri haline gelmiş. 15 - 16’ıncı yüzyıllarda dünyayı etkisi altına alan ve tarihi değiştiren coğrafi keşifler döneminden Portekiz de payına düşeni almış. Başta Vasco do Gama’nın Hindistan yolculuğu olmak üzere, Avrupa, Uzakdoğu ve Brezilya ile ticari bağlantılar Lizbon merkez alınarak sağlanmış. 1531 ve 1755 depremlerinde neredeyse tamamen yok olan ve Pombal Markisi’nin planlamasıyla ikinci depremden sonra yeniden yaratılan şehrin aşağı kısmına markinin anısına Baixa (aşağı mahalle) Pombalina denmiş. İkinci Dünya Savaşı’nın tarafsız limanı olan Lizbon son büyük felaketini bölgeyi 10 yıl süreyle etkileyen 1988 yangını ile yaşamış. 25 Haziran 1974’de Portekiz, Karanfil Devrimi ile diktatörlükten kurtuldu. 25 Haziran her sene kutlanıyor. Şehirdeki Boğaziçi Köprüsü’ne benzeyen 2 bin 278 metre uzunluğundaki asma köprünün adı da 25 Haziran. Köprünün devamında Rio’daki İsa Heykeli’nin ufak bir kopyası var.
GECE HAYATININ MERKEZİ BAIRRO ALTO
Kentin merkezi, Rossio ve Praça de Comercio (Ticaret Meydanı) isimli iki meydanın bulunduğu Baixa semti. Rossio Meydanı (Praça de Dom Pedro IV) 19’uncu yüzyıla kadar şehrin eğlence merkeziydi. Günümüzde küçük kafeleriyle insanları sohbete ve nostaljiye davet ediyor. Eğer daha otantik bir şeyler isterseniz, yüzyıllara tanıklık etmiş ve kendisiyle aynı adı taşıyan içkilerin de sunulduğu ginjinha barlarına uğrayın. Rossio, ortaçağdan beri şehrin ana meydanı. Kutlamalara, ayaklanmalara, direnişlere, kısaca Portekiz halkının tarihine ev sahipliği yapmış. Meydanla ilgili yazılanları okuduğunuzda, duvarlarının dili olsa da anlatsa, diyorsunuz. Hem Portekiz kralı hem de Brezilya İmparatoru 4’üncü Pedro’nun heykeli meydanın tam ortasında. Büyük bölümü 1755 depreminde yıkılan Carmo Rahibe Manastırı (Convento da Ordem do Carmo) ve Carmo Kilisesi (Igreja do Carmo) meydandaki görülmeye değer eserlerden. Praça de Comercio ise Tagus (Tejo) Nehri kıyısında ve bir Zafer Takı ile süslenmiş.
Bairro Alto, bizdeki tabirle “yukarı mahalle.” Geçmişten günümüze bohem bir hava taşıyor. Gündüz saatlerinde nispeten sakin olan mahallede, gece hayatının farklı örnekleri bulunuyor. Her zevke, her keseye hitap eden turistik, yerel, salaş bar ve restoran bu semtte bir arada. Özellikle hafta sonları yerel halkın akınına uğrayan Bairro Alto’da eğlence zamanla sınırlanmıyor. Fado müziğinden örnekler dinleyebileceğiniz çok hoş mekanlar var. Portekizce sözleri anlamayacak olmanızı dert etmeyin, müzik öyle etkileyici ki, herkes kendi hikayesini, kendi sözleriyle müziğe uyarlıyor. Sokaklarında amaçsızca yürümenin keyfine varmışken, Bairro Alto sizi, panaromik olarak şehri seyredebileceğiniz teras bahçelere de (Miradou ro de São Pedro de Alcântara) ulaştırabilir. Şahane bir manzarayla soluklanırken, şehrin belli başlı yerlerini gösteren seramikten yapılmış haritaya göz atabilirsiniz. Yunan ve Roma mitolojisi tanrılarının büstleri de burada bulunuyor.
Tagus Nehri kıyısındaki, tarihi 12’nci yüzyıla kadar uzanan Alfama şehrin ilk mahallesi. Adını Arapça’da hamam anlamına gelen Al Hammam’dan alan bölgede, günümüzde dahi Arap etkisi yoğun olarak hissediliyor. Yürüyüşten hoşlananlar için her köşesinde sürprizler barındıran Alfama, Lizbon halkının da gözbebeği. Mahallenin dar sokaklarında yürürken Portekiz’in geleneksel müziği fado hüzünlü tınılarıyla size eşlik edecek. Mahallenin tepesine tırmandığınızda ise yorgunluğunuzun ödülü hem Alfama’nın hemde Tagus Nehri’nin güzelliklerini görmek olacak. St. George Kalesi, Seramik Müzesi ve Sao Vicente de Fora Kilisesini görmeden turunuzu tamamlamayın.
GÜLBEKYAN MÜZESİ’NDE İZNİK ÇİNİLERİ
Museu Calouste Gulbenkian, Portekiz’deki en güzel sanat müzelerinden. 1955’de ölen Üsküdarlı Gülbenkyan sahip olduğu muhteşem sanat koleksiyonunu önce Türkiye’ye vermek istemiş, Irak petrollerinden aldığı komisyonlardan dolayı adı Bay Yüzde 10’a çıkan Gülbenkyan’ın bu teklifi kabul edilmemiş, o da koleksiyonunu “evim” dediği Portekiz’e bırakmış. Müzede Antik ve modern sanatın birçok örneğini ve muhteşem İznik çinilerini bulabilirsiniz.
Tagus Nehri boyunca batıya gittiğinizde ulaşacağınız Belem, şehrin en görkemli, en eski meydanı. Geçmişte kaşifler, savaşçılar buradan uğurlanmış. Belem’de görülecek çok eser var. Bunların başında Belem Kulesi, Jeronimo Manastırı ve 15’inci yüzyılın kaşif ve keşiflerine adanan Kaşifler Anıtı (Padrao dos Descobrimentos) geliyor. Belem’e Baixa’dan tramvayla yarım saatte gidebilirsiniz.
Şehrin diğer yarısının yansıttığı tarihi havayı soluduktan sonra Milletler Parkı’ndaki (Parque Das Naçoes) modern ve futüristik tarzdaki mimari sizi çok şaşırtacak. Vasco Da Gama’nın Hindistan’a varışının 500’üncü yıldönümüne denk gelen, 1998 yılı Expo 98 fuarı için inşa edilen Parque Das Naçoes’de, Oceanarium, Doğu İstasyonu, Portekiz Pavyonu ve Vasco da Gama Köprüsü görülecekler arasında. Oceanarium’da 18 bin deniz canlısı misafirleri selamlıyor. Doğu İstasyonu’nda (Estaçao do Oriente) cam ve çelik bir araya gelerek bir zarafet timsali yaratmış. Gün ışığının yaptığı oyunları, gece ışıklar gerçekleştiriyor ve ortaya seyrine doyulmaz bir tablo çıkıyor. Tren istasyonu, metro ve otobüs terminalini içinde barındıran bu binayı görmek size keyif verecek.
Portekiz mutfağında balık ön planda. Bana göre şehrin en şık restoranları Gambrinus, Bica do Sapato, Alcantara Café, Varanda ve A Travessa.
Ren Vadisi’nde tekne turu
İsviçre Alpleri’nden doğup Hollanda kıyılarından Kuzey Denizi’ne akan Ren Nehri, Almanya’nın dağlık bölgelerinden geçerken bir doğa harikası yaratır. Buzulların oluşturduğu 80 kilometre uzunluğundaki vadi, daha sonra yüzyıllar içinde insan eliyle güzelleştirildi. Bağlar, ormanlar arasına serpiştirilen 20’ye yakın şato, kaleler, küçük kasabalarla güzelleşen bu vadi dokuz yıl önce UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girdi. Vadideki küçük kasabalarda Viktor Hugo, Richard Wagner, Alexandre Dumas gibi yazarlar, besteciler yaşadı, başyapıtlarını üretti.
Vadiyi gezmek için en uygun dönemlerden biri de sonbahar. Bağbozumu zamanı tarım alanlarındaki canlılık, bölgeye dünyanın dört bir yanından turist çekiyor. Ayrıca Kara Ormanlar güz renklerine büründüğünde, güzelliği birkaç kat daha artıyor.
Vadide turunuzu kiraladığınız araçla yapabilir ya da tekne turlarını tercih edebilirsiniz. Tekne turları çok daha geniş bir alanı yorulmadan keşfetmek için ideal. Damak tadına düşkün gezginler için şarap ve gurme turları da düzenleniyor. (www.kdrhine.com)
Vadideki şatolar arasında en iyi korunmuş olanlar Kaub yakınlarındaki Pfalzgrafenstein ve Braubach’taki Marksburg. Diğerlerinin bir kısmı otele dönüştürülmüş. En etkileyici doğal oluşum ise St. Goarshausen yakınlarındaki Lorelei Kayası. Sudan 120 metre yükselen kaya pek çok efsaneye kaynak olmuş. Bölgede kötülüklerle özdeşleştirilen hayaletlerin bu kayanın üstünde yaşadığına inanılıyor.
Boppard, Braubach, Cochem ortaçağ atmosferini yaşatan küçük şehirler. Sokakları parke taşından, küçük meydanlarında geçmişi yansıtan anıtlar bulunuyor. Pastacılar, kafeleri, restoranları sundukları lezzetlerin yanı sıra göz zevkinizi okşayacak kadar güzel. Bernkastel-Klaus’u farklı temalardaki yürüyüş rotalarını izleyerek keşfedebilirsiniz.
Bölgedeki en iddialı restoran Mülheim an der Mosel’deki Culinarium R. Richtershof Ailesi’nin işlettiği restoranda mangolu kaz ciğeri, patlıcanlı sazan, kayısılı dana, biberiye ve yengeçle doldurulmuş istridye gibi lezzetleri tadabilirsiniz.