Kolombiya’nın nadide mücevheri
Karayip Denizi kıyısındaki 900 bin nüfuslu Cartagena’nın geçmişi günümüzden altı bin yıl öncesine gidiyor. Özgün mimari karakterini, 16’ıncı yüzyılda şehri ele geçirip yeniden kuran İspanyollar kazandırmış.
Nobelli yazar Garcia Marquez’in romanlarına, birçok ünlü filme konu olan Cartagena’nın tarihi surlarla çevrili bölgesi ve kalesi 1984’ten bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Tropikal kuşaktaki şehri gezmek için en uygun aylar yağmur mevsimi dışındaki ağustos, eylül, aralık, ocak.
Gezgin Filiz Kutlar izlenimlerini yazdı.
Otobüsle Venezuela’nın Maracaibo kentinden Cartagena’ya (Kartahena okunur) giderken yol boyunca değişen güzel manzarayı heyecanla seyrettim. Yol arkadaşlarımla sohbet edip yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadım. Yalnız olmama şaşırıp, korkmuyor musunuz, diye sordular. Venezuela’da da Kolombiya’da da korkacak bir şey görmedim, insanlar öylesine iyi, yardımsever ki. Cartegena’ya varınca yol arkadaşlarım taksi bulmaktan para bozdurmaya kadar her konuda yardım etti.
Alacakaranlıkta yoksulların yaşadığı mahalleleri geçip epeyce gittik. Sonra kentin tarihi bölgesindeki surlar göründü. Kapıdan geçtiğimiz anda çok güzel bir yere geldiğimi hemen anladım. Santa Teresa Meydanı’ndaki otelimin sömürge döneminden kalma yapısı, ağaçlar ve yanan ışıklar büyüleyici bir atmosfer yaratmıştı. Bir şeyler yemek için Santo Domingo Meydanı’na gittiğimde beni Botero’nun dev kadın heykeli karşıladı. Ağaçlar içindeki meydanın masalarından birine oturdum. Karşımda, 16’ncı yüzyılda yapılmış kentin en eski kilisesi Santo Domingo duruyor. Taksi şoförünün tavsiyesine rağmen, antik kentte kalmayı tercih etmekle çok iyi etmişim, istediğim saatte rahatça çıkıp dolaşabiliyorum.
MARQUEZ’İN EVİNDE
1533’te kurulan, yerlilerin Cartagena’sına (Cartagena de İndios) Latin Amerika’nın en güzel kenti deniyor. O yıllarda önemli bir ticaret merkeziydi. Kent üç bölümden oluşuyor: En güzel bölümü her tarafı duvarlarla çevrili tarihi merkez (Centro Historico); bir tarafında yarım ada şeklindeki modern Bocagrande (bokagrande) diğer tarafında ise daha yoksul kesimin yaşadığı Manga yer alıyor. Zümrüt madenlerinden Cartagena’nın diğer adı da zümrüt kenti. Kuyumcular yoldan geçenleri kibarca içeri buyur ediyor. Birinin davetini kıramayıp içeri girdim; zümrütler göz alıcı, fakat fiyatlar pek de ucuz değildi. Ayrılırken kuyumcu hemen Café Del Mar’a gidip güneşin batışını seyretmemi önerdi. Surların üstündeki barda bir şeyler yudumlayarak etrafı seyretmeye doyum olmuyor. Karşımda Karayip Denizi, sağımda antik kent, koyun öbür ucunda yüksek, beyaz binalarıyla aykırı bir görüntü oluşturan yeni Cartagena duruyor.
Turizm bürosunun verdiği haritayla tarihi merkezi gezmek çok kolay, bütün kenti yürüyerek keşfedebilirsiniz, izlenecek yol haritada kırmızı çizgiyle belirlenmiş. Ben önce Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Marquez’in deniz kenarındaki evini görmek istedim. Karayip Denizi kıyısında, etrafı duvarlarla çevrili evin hemen karşısında kentin surları var. “Yaşamak için Anlatmak” kitabından Cartagena ve bugün başkalarının yaşadığı bu evi öyle iyi tanıyorum ki, önünde durup bir süre seyrettim. Kolombiyalı bir anne de Marquez hayranı 12-13 yaşlarındaki oğlunu, yazarın evini göstermeye getirmiş. Ne yazık ki içini gezmek mümkün değil.
TATLILARI BAĞIMLILIK YAPIYOR
Kentin tarihi bölgesindeki surlar ilk yapıldığında, ana kapı olarak inşa edilen, Puerto del Reloj’a “köprünün ağzı” deniyormuş; tek giriş kapısıymış. Saat Kapısı ismini üstünde saat kulesinden almış. Kapı geniş Araba Meydanı’na açılıyor. Ekvator’dan Kolombiya’ya giriş yeri olduğu için Ekvator Meydanı da deniyormuş buraya.
Saat kulesinin tam karşısındaki binanın kemerleri altında sıra sıra tatlıcılar var, bir kez tadına baktınız mı benim gibi yandınız. Tropikal meyvelerden yapılmış leziz tatlılar sizi çağırıyor. Sabahları meydanın bir köşesinde otantik renkli giysiler içindeki kadınlar meyve satıyor. Eski atlı arabalar gece, gündüz yolcu taşıyor. Akşamları ise buradaki meydanların bir çoğundaki gibi barlar masalarını dışarıya çıkarıyor. Gündüz başka gece başka güzelliğe bürünen bu kente bayıldım ben. Hemen hemen bütün müzeler, kiliseler Ekvator Meydanı’na yakın bölgede. Biraz ileride deniz, zümrüt, altın müzeleri var. Bir zamanlar mahkeme olarak kullanılan Engizisyon Sarayı bugün tarih müzesi (Museo Historico y palacio de la Inquisicion). Cartagena’nın en eski, en şık yapılarından biri olan müzede kentin bütün geçmişini ve engizisyon aletlerini görebiliyorsunuz. İnsan o aletleri görünce kendini biraz kötü hissediyor. Üniversite de çok güzel bir yapı. Sömürge döneminde inşa edilen bu güzel kent çok iyi korunmuş. Sürprizlerle dolu tarihi bölgenin daracık sokaklarından akşam üzeri yanınızdan şık giyimli insanlar geçiyor.
KİLİSEDE SEVGİ AYİNİ
Bir başka gün, Bolivar parkında güzel giysileri içinde bir grup dans gösterisi yapıyordu, aynı grubu daha sonra farklı yerlerde de izledim. Gösteri bittiğinde köşedeki Santa Catalina Katedrali’nden gelen ayinin sesi beni içeri çekti. İlginç bir seramoni izledim: Halk sıraya girmiş, rahip kutsadığı kişiye şevkatle sarılıyor, sarıldığı kişi de yanındakine sarılıyor. İspanyolların kenti fethinden hemen sonra yapımına başlanan bu güzel yapının modeli Endülüs’deki ve Kanarya Adaları’ndaki katedrallerden alınmış.
Yoksul semtlere gitmeye, duvarların dışına çıkmaya korkuyorum ama San Felipe Kalesi’ne turla değil kendim gitmek istiyorum. Sonunda dolmuşa atladığım gibi kalenin önünde indim. Kenti koruyan bu görkemli yapının heybetli duvarları daha uzaktan görülüyor. İspanyol sömürge döneminde Amerika’da inşa edilen en büyük eserlerden biri. Cartagena halkının verdiği 13 bin 235 kilo altına malolan kale görülmeye değer bir yapı.
ÇARŞIDA NAZAN ÖNCEL’İN ŞARKISI ÇALIYORDU
Bu sabah, geldiğimden beri gözümü alamadığım Santa Teresa Oteli’ne kahvaltıya gittim. Cartagena’ya çok yakışan yapının terası bütün kente hakim, en güzel fotoğrafları buradan çektim. Daha sonra şık mağazaların bulunduğu bölgede avare avare dolaştım. Beyaz Cartagena elbiselerine bakarken duyduğum müzik tanıdık geldi. Şarkıcının kim olduğunu sordum. Tezgahtar CD’yi gösterdi. Tarkan’dan Sezen Aksu’ya birçok solistin şarkılarını içeren karma bir albümdü bu. Ben Nazan Öncel’in şarkısını duymuştum. Dünyanın bir ucunda şarkılarımızın dinlenmesi çok hoşuma gitti.
Burada uzun kalıp Medellin’e hiç uğramadan doğruca Bogota’ya gitmeyi düşünüyordum ama bir akşam üzeri gene Café del Mar’a giderken rastladığım genç Türk çift “Medellin’i görmeden Kolombiya’dan ayrılmayın” deyince gene fikrimi değiştirip oraya gitmeye karar verdim. Latin Amerika gezisini yeni bitiren Kerem bana Medellin’de tanıştığı rehber Viktor’un telefonunuyla birlikte kent hakkında bir çok bilgi de verdi. Buradan yolculuk Medellin’e..
LÜKS SEMTLERİN KIYISI PLAJ
Pazar günü bir çok yer kapalı. Yapılacak en iyi şey plaja gitmek. Güzel meydanlara, kiliselere ve müzelere sahip olan kent size tropical iklimiyle her mevsim deniz ve plaj da sunuyor. Bir saat uzaklıktaki Rosario Adaları kristal gibi denizi, bembeyaz kumlarıyla bir cennet. Turlar düzenlenen adaya teknelerle kolayca ulaşılıyor, her keseye göre otel bulmak mümkün. Meydanda bana tur satmak isteyen rehberden plaja nasıl gidebileceğimi öğrendim. Surların dışına çıkıp bindiğim dolmuşla yeni kente çabucak vardık. Dolmuşta ücret inerken ödeniyor. Plaj oldukça kalabalık, turistten çok Cartagenalı var. Çoluk çocuk serinlemeye gelmişler. Önümden her dakika bir satıcı geçiyor. Biraz güneşlenip denize girdikten sonra sadece beyaz, yüksek binalardan oluşan Bocagrande’yi gezdim. Lüks oteller, lokantalar ve güzel dükkanların yanı sıra alışveriş merkezlerinin dışında görülecek pek bir şey yok. Bu bölgede her şey yeni. Tekrar yerli halkın garipseyen bakışlarını üstümde hissederek küçük otobüslerle tarihi bölgeye döndüm.
NASIL GİDİLİR
İstanbul’dan bir çok havayolu firması Bogota’ya gidiyor. Lufthanza Frankfurt, Iberia ise Madrid aktarmalı uçuyor. Bogota’dan Aviansa ya da Copa Air uçuşlarıyla Cartagena’ya ulaşılabiliyor. İkinci seçenek yataklı otobüs. Son derece konforlu, And Dağları geçildiği için yol çok virajlı.