Hong Kong'da omuz omuza yaşanıyor, sokaktaki hayat gerçeküstü filmlere benziyor
Geçen hafta uzun bir yolculuktan sonra Çin’in özerk kenti Hong Kong’a gittim. Volkanik tepelerle, okyanus arasına sıkışan bu kent, Çin’den çok Batı’ya benziyor. Eğer Uzak Doğu’yu yaşamak istiyorsanız burası yanlış bir adres. Ama ünlü mimarların gökdelenlerini, en zenginleri ve en fakirleri, modern barları, seks gücünü artırıcı yüzlerce gıda satan dükkanları, elektronik dünyasını görmek istiyorsanız, kısa süreliğine bu kentte konaklayabilirsiniz.
Hong Kong, artık anı arşivimin iyice dip raflarına taşınmıştı. Aradan geçen 12 yıl, belleğimdeki görüntüleri silikleştirmişti. O geziden arda kalanları, bir sis perdesinin ardındaymış gibi zor hatırlar olmuştum ki, kendimi yeniden bu uzak kente doğru uçarken buldum. Aslında asıl hedefim burası değildi. Bu “yapma şehirde” uzun süre kalmayacaktım. Buraya bir selam verip, Çin’in Kanton kentine geçecektim.
Uzun bir yolculuk olacağını biliyordum. Ama geçen onca yıl uçakları daha da rahat kılmıştı. THY’nin uçağında, lezzetli yemekleri yedikten sonra, yatak olan koltukta uykumun gelmesini beklerken, geçen gezimi hatırlamaya çalıştım. Dedim ya, çoğu silinmişti, silinmeyenler de gözümün önüne gelmiyordu. Neyi ne zaman gördüğümü karıştırıyordum. Yoruldum, vazgeçtim ve göz maskesini takıp, uykunun kucağına atıldım.
Uyandığımda sabah olmuştu. Pencereden baktım, etrafı gökdelenlerle kaplı koylar gördüm. Hong Kong’un yerini kestirmeye çalışırken, uçak piste kondu ve yarısını uyuyarak geçirdiğim 12 saatlik yolculuk sona erdi. Pilotun uyarısı ile saatimi 5 saat ileriye aldım. Ve kendimi birden “gelecek” zamanda buldum. Bir gün önce beraber uyandıklarımdan, bir anda yarım gün daha ileri gittiğimi düşündüm.
Pasaport kuyruğunda beklerken, üç dört girişin sadece “hizmetçilere” ayrıldığını görünce şaşırdım. Bir önceki gelişimde böyle bir uygulama görmemiştim. Veya gözümden kaçmıştı. Oradan, Asya’nın daha fakir ülkelerinden gelen hizmetçiler geçebiliyordu.
Minibüste bu özel pasaport geçiş yerlerini rehbere sordum. Gördüğümü doğruladı. Kentte çok sayıda çocuk bakıcısı ve hizmetçi çalıştığını söyledi. 40 metrekarelik evlerde bu yardımcılar ya banyoda küvetin içinde ya da mutfakta, yer yatağında yatıyordu. Demek kölelik düzeni sürüyordu. Bir farkla ki, bu yüzyılın köleleri “gönüllüydü”.
GÖKYÜZÜNE TIRMANIŞ
Havaalanından otele giderken geçen geziden görüntüler aradım. Gökyüzünü tırmalayan binalara yenileri eklenmişti. Gökdelenlerin sayısı ne kadar da artmıştı. Hong Kong gökyüzüne doğru büyüyen bir kentti.
Hong Kong nereden nereye gelmişti! Afyon savaşları sırasında Hong Kong’a kaçan İngilizler, acaba bugünleri hiç düşlemişler miydi? İhtimal dahi vermedim. O günlerde altı bine yakın köylü ve korsanın yaşadığı bu küçük toprak parçasının, bugün ne hale geldiğini düşlemeyi, ünlü kahin Nostradamus bile beceremezdi. 1898 yılında buraları Çinliler’den tam 99 yıllığına kiralayan İngiltere Krallığı acaba ne gibi hesaplar yapmıştı? Muhtemelen bir asır sonrası onlara kıyamet günü kadar uzak görünmüş, imzayı atarken, “gün ola harman ola” demişlerdi. Yıllar su gibi akmış, 1 Temmuz 1997 günü saat tam 00.00’da, gönderlerden İngiliz bayrakları indirilip, yerlerine Çin bayrakları asılmıştı. Bu olay bence Uzakdoğu’nun meşhur sabrının en tipik göstergesiydi.
Otelim Kowloon yarımadasındaydı. Hong Kong “kent devleti”, dört ana bölgeden oluşuyordu. Kowloon Yarımadası, New Territories, Hong Kong Adası ve diğer adalar. İnsan bu “diğer” adaları gezmeye niyetlense, bir yılda bile bu işin altından kalkamazdı. Çünkü Hong Kong Adası’nın etrafında, irili ufaklı tam 235 ada bulunuyordu. Bunların çoğunda henüz insan yaşamıyordu. Henüz diyorum çünkü, kısa bir süre sonra Hong Kong’da gökdelen dikecek yer kalmayacak, insanlar buralara göç edecekti.
bin 92 kilometrekare büyüklüğündeki Hong Kong’a tam 7 milyon kişi sığmıştı. Kilometre kareye tam 5 bin kişi düşüyordu. Kowloon’un bazı bölümlerinde ise kilometre kareye 300 bin kişinin düştüğü oluyordu. Yani burası omuz omuza yaşama konusunda dünya rekorunu elinde bulunduruyordu.
İNSAN SELİNİN ARASINDA
Hong Kong’un en turistik bölgesindeki otelimden sokağa çıktığımda, tam anlamıyla bir insan seliyle karşılaştım. Maksadım deniz kıyısına kadar olan kısa mesafeyi yürüyüp, karşı kıyıdaki Hong Kong Adası’a geçmekti. Yürüdüm ama epey zorlandım. Tam birisinin omuz darbesinden korunurken diğerine çarpıyor, onu atlatayım derken bir başkasıyla göğüs göğüse geliyordum. Toplam iki adımı üst üste atamıyordum. Kaldırımda adeta slalom yapıyordum. Bu yüzden de “sory” demekten yorgun düşmüştüm.
Akıntıya karşı yüzer gibi, kalabalıkları yara yara ilerlerken, etraftan yüzlerce değişik tondan telefon zili sesi geldiğini fark ettim. Dikkat edince, neredeyse herkesin cep telefonuyla konuştuğunu görüp hayrete düştüm. Manzara gerçeküstü bir filmi andırıyordu. İnsanlar bir yandan konuşuyor, bir yandan el-kol hareketleri yapıyor, gülüyor, kızıyor, bağırıyor ve yürüyorlardı...
Caddede kilitlenmiş bir trafik vardı. Kaldırımların kıyısında ise dünyanın en pahalı ve şık markalarını satan lüks mağazalar sıralanmıştı. Tabelalar şimdiye kadar gördüğüm en büyük boyuttaydı. Çünkü mağazanın ismi hem Çince hem de İngilizce yazılıyordu. Markalarına güvenenler ise sadece isimlerini yazmakla yetinmişlerdi: Gucci, Rolex, Fendi, Escada, Armani, Yves Saint Laurent...
İnsanlar çekik gözlüydü ama, ne kılık kıyafetleriyle ne de davranışlarıyla Doğuluya benziyorlardı. Çin’de gördüğüm Çinlilerle hiçbir alakaları yoktu. Onlar gibi gizemli bir görünüşe sahip değillerdi. Hepsinin boyu posu yerindeydi. Hatta her omuz darbesinde beni sarsacak kadar da güçlü kuvvetliydiler. Zannederdiniz ki Hong Kong’lular, Doğulu maskesi takmış Batılılardı.
Rıhtıma vardığımda üstüm başım hırpalanmış, nefes nefese kalmıştım. Karşıdaki gökdelenlerin bir kaç kare fotoğrafını çektim. Sonra küçük vapura binip, Hong Kong Adası’na geçtim. Kentin bu bölümü daha çok iş merkeziydi. Birbirinden şık gökdelenler arasında mimari bir yarış gözleniyordu. Louvre Müzesi’nin bahçesindeki cam piramitleri yapan Çin asıllı Amerikalı ünlü mimar I.M.Pei, her yerden görünen Çin Bankası’nın iç görünümüne bir mabed havası vermişti. İngiltere’nin yaşayan en ünlü mimarı Sir Norman Foster ise dünyanın en önemli finans kurumlarından biri olan HSBC’nin binasında, avangard mimari ile geleneksel Çin mimarisini birbirine karıştırmıştı. Kısacası cam, çelik, mermer, beton burada, ünlü mimarların elinde, birer sanat eserine dönüşmüştü. Ve her gökdelenin zirvesinde, dünyanın en ünlü firmalarının ismini taşıyan ışıklı panolar, çevrelerine gururla göz kırpıyorlardı.
DÜNYANIN PARA MERKEZİ
Toprak fakiri Hong Kong’da gökdelen inşaatı bitmek bilmiyordu. Şöyle tepelik bir yerden bakıldığında, yüzlerce inşaatı görmek mümkün oluyordu. Yani gökdelen ormanı her geçen gün biraz daha büyüyordu. Orta sınıf halk genellikle, 30-35 metrekare büyüklüğünde dairelerde oturuyordu. Biraz daha büyük bir yerde oturabilmek için, yüklüce bir aylık kazanmak gerekiyordu. Çünkü kiralar bin dolardan başlıyordu.
Burada yaşamak kadar ölmek de masraflıydı. Ağaçların gölgesindeki mermer mezarlıklarda yer kalmamıştı. Onun için ölüler yakılıp, külleri küçük bir kutuya konuyor, kutular da özel dolaplarda korunuyordu. Bu dolapların fiyatı da binlerce dolarla ifade edildiği için küller artık denize serpiliyordu.
Hong Kong dünyanın en önemli ticaret ve finans merkezlerindendi. 40’tan fazla ülkenin 500’den fazla banka ve finans kuruluşu, burada merkez açmıştı. Ayrıca dünyanın en büyük 100 bankasından 85’i Hong Kong’a büyük yatırımlar yapmıştı. Borsada alınıp satılan kağıtların toplam değeri, 350 milyar doları buluyordu. Kişi başına düşen milli gelir ise 25 bin dolar civarındaydı.
Gökdelenlerin arasında dolaşırken, kafamda bu rakamlar uçuşup duruyordu. Caddelerde trafiğe takılıp ilerleyemeyen otomobiller, markalarının en pahalılarıydı. Mercedes, Roll Royce, BMW, Bentley, Auidi... Araçların siyaha boyanmış camlarının ardından, içeride oturanları görmek imkansızdı. Gökdelenleri seyretmek için hep gökyüzüne baktığımdan, ense köküme ağrılar saplanmıştı.
Bu küçücük kent-devletin zenginliğini düşünürken, kendimi birden eğlenceli bir sokakta buldum. Burası Lan Kwai Fong denen ve bir kaç sokaktan oluşan bir semtti. Sokakların iki yanına barlar sıralanmıştı. Elleri kadehli kalabalıklar da, bu barların önünde şen kahkahalar atıyorlardı. Şık giysilerine bakılırsa bunlar, çevredeki işyeri çalışanlarıydı ve rakamlarla dolan beyinlerini boşaltmak için uğraşıyorlardı.
RENKLİ IŞIKLARIN SİHİRİ
Dolaşmayı bırakıp bu şen kalabalığa katıldım. Onlarla sohbet ettim. Ayrıcalıklı bir Çinli olmanın nasıl bir şey olduğunu sorguladım. Dudaklarıma gülücükler kondurup “cheers” diyerek kadehler kaldırdım. Ve oradan ayrılıp vapura doğru yürürken, Hong Kong’un ekonomi felsefesi hakkında şu sonuca vardım: “Ya ihracat ya da ölüm!..”
Hava kararınca tekrar karşıya geçtim. Kentin en lüks oteli Peninsula’nın en üst katındaki Felix Bar’da manzaraya karşı oturdum. Bir bardak Avustralya şirazı ısmarladım. Onun yoğun tanenli tadını damağımda dolaştırıp, aşağıda pırıl pırıl parlayan kente daldım gittim. Rengarenk ışıkların tahrik eden gizini düşündüm. İnsanların, sivrisinek misali, renkli ışıklara neden kandıklarını çözmeye çalıştım. Las Vegas’ta renkli ışıklar, kumarhanelerde para kaybetmeye davet ediyordu. Burada ise para harcamaya, tüketmeye çağırıyordu. Barı terk etmeden önce, Felix’in ultra modern tuvaletine uğradım. Pisuar yerine, üç tane ters çevrilmiş külah cama tutturulmuştu. Ve bu külahlara çişimi yaparken, aşağıda, ayaklarımın altında uzanıp giden Hong Kong’u seyrettim.
Otele dönerken yolumu Manila’lı hayat kadınlarıyla, sahte Rolex satan seyyarlar çevirdi. Hepsine teşekkür edip yatmaya çekildim. Vücut saatim her ne kadar “daha çook erken, keyfine bak” dese de dinlemedim, kendimi bir külçe gibi yatağa attım.
30 BİN LOKANTA HİZMETİNİZDE
Kurutulmuş yiyecek satan dükkanların bulunduğu Shanghai Caddesi oldukça ilgimi çekti. Burada, Uzakdoğu’nun mide kaldıran kokusunu soluma fırsatını buldum. Sıra sıra dizili dükkanlarda her türlü canlının kurusunun satıldığına şahit oldum. Kurutulmuş gıdaların başında deniz mahsülleri geliyordu. Örneğin balık kılçığı, balık derisi, balık yüzgeci, deniz yıldızı, deniz atı, deniz anası, midye, yosun ve adını bilemediğim yüzlerce deniz ürünü, ya ipe dizilmiş olarak ya da çuvallarda satışa sunulmuştu.
Etlerini dükkanlarının önüne gerdikleri ipler üstünde sergileyen kasaplarda da, hayvanın her parçasını bulmak mümkündü. Paça, işkembe çorbası, bumbar gibi sakatat bizde de yendiği için, tezgaha dizilmiş parçaları bir Batılı kadar yadırgamadım. Tek garibime giden, kümes hayvanlarının tütsülenmiş ayakları oldu. Ben tatmaya fırsat bulamadım ama, bunları yiyenler lezzetini anlata anlata bitiremiyordu.
Ara sokaklarda kurulan sebze pazarında da değişik görüntüler vardı. Burada bildik sebzelerin yanı sıra, ilk defa gördüklerim de oldu. Rehberim her ne kadar bu sebzelerin Çince ve İngilizce adlarını söylediyse de, ben Türkçe karşılıklarını bulamadım. Tezgahlarda satılanlara bakıp, Çinlilerin toprak altında ve üstünde yetişen her şeyi yediklerine hükmettim.
Şehrin kokulu ve renkli sokaklarında, Pekin Ördeği satan küçük dükkanlar ilginç görüntüler sergiliyordu. Vitrine dizilmiş ve nar gibi kızarmış ördekler, bizdeki “kelle” misali satılıyordu. Yani ister yarım ister tam ördek alabiliyordunuz. Siparişinizi alan satıcı, elindeki büyük satırla ördeği tüm kemiklerinden ayırıyor, bu parçaları bir plastik kutunun içine yerleştirip size sunuyordu. Satıcıyı seyrederken, “ekmek arası Pekin Ördeği’nin” burada iyi bir kazanç kapısı olacağına karar verdim.
Hong Konglular gırtlağına düşkün insanlara benziyordu. Çünkü kentte irili ufaklı tam 30 bin restoran vardı ve hepsi dolup taşıyordu. Ayrıca önünde kuyruklar oluşan Mc Donald’lar ve pizzacılar, bu sayıya dahil değildi. Bence Çin mutfağının bunca zengin çeşit sunmasının nedenleri arasında, yoksulluk yüzünden her şeyin yenmesi ve denizin sunduğu yüzlerce olanak yatıyordu. Bir de dinsel yasaklamaların olmaması da önemli rol oynuyordu.
Hong Kong gezisi sırasında, oldukça iyi lokantalarda yemek yeme olanağı buldum. Özellikle Kanton mutfağının en lezzetli örneklerini tattım. Örneğin Hong Kong Adası’nda, Wellington Caddesi’ndeki Yung Kee adlı restoranda yediğim ördeğin tadını hâlâ unutamadım. Eğer Hong kong’a yolunuz düşerse, 1942’den beri Pekin Ördeği kızartan bu ünlü lokantaya mutlaka gitmenizi öneririm. Kowloon’un Hillwood Caddesi’ndeki balık restoranı Tai Woo’da denizin derinliklerindeki garip yaratıkların tadına baktım. Ve “denizden babam çıksa yerim” deyişinin tam Çinlilere göre olduğuna karar verdim.
SEKSİ HONG KONG
Shanghai’nin arka sokaklarında dolaşırken, Hong Kongluların sekse düşkün olduklarına şahit oldum. Çünkü bir sokak, tamamen seks gücünü artırıcı yiyeceklere ayrılmıştı. Dükkanları dolduran kalabalıklara bakılırsa, satışlar oldukça iyiydi. Vitrinlerde sergilenen seks gücünü artıran gıdaların başında, köpek balığı yüzgeci yer alıyordu. Hemen her dükkan vitrinini çeşitli büyüklükteki yüzgeçlerle süslemişti. Onu takip eden gıdaları şöyle sıralamak mümkündü: Denizatı, ayı penisi, geyik bacağı kemiği, çeşitli boynuzlar, her derde deva olan ginseng kökü ve ne olduklarını öğrenemediğim onlarca madde.