Güncelleme Tarihi:
Gazeteler, mahkemenin sınırlı sayıda gazetecinin izleyeceği davaya Türk medyasından hiç kimsenin alınmamasını ‘saçmalık’ olarak değerlendirirken, Türkiye’de görev yapan Alman gazeteci Thomas Seibert, Abdullah Öcalan için 1999’da İmralı’da uygulanan dava izleme modelinin uygulanmasını önerdi.
ÖCALAN DAVASI ÖRNEĞİ
Seibert, yabancı medya organlarının dışarıda bırakıldığı bir dava şimdiye kadar hiç izlemediğini ifade ederken, "Örneğin 1999 yılında Öcalan’ın yargılandığı davayı anımsıyorum, o davada rotasyon usulü uygulanmış ve her gün belli bir grup gazeteci içeri alınmıştı. O zamanlar çok açık bir şekilde Türkiye’yi ilgilendiren bir dava olmasına rağmen yabancı gazeteciler de içeri alındı. Türkiye’de uluslararası gözlemcilerin, hele ki davayla ilgili durumda olan bir ülkenin gözlemcilerinin dışarıda bırakıldığına hiç şahit olmadım" diye konuştu.
BILD KOLTUĞUNU HÜRRİYET'E VERİYOR
Bild gazetesi ise mahkeme salonundaki yerini Hürriyet muhabirine vermeyi teklif etti.
Gazeteden dün akşam yapılan açıklamada Hürriyet'in de bu durumu memnuniyetle karşıladığı belirtildi.
GAZETELERDE YER ALDI
Alman televizyonları bu konudaki tepkileri haber bültenlerinde geniş olarak ele aldı. Bir numaralı devlet kanalı ARD, Avrupa’da yayınlanan Türk gazetelerin birinci sayfadaki tepki manşetlerini ekrana getirirken, röportajlar yayınladı. Bugünkü gazetelerde de tartışmalar geniş yer aldı. Gazetelerde yer alan bazı yorumlar şöyle:
"BU BİR SAÇMALIK"
Stuttgarter Zeitung: Neonazi çetesinin sekiz kurbanı Türk’tü. Ama aksilik bu ya, anlaşılan Türk medyası için duruşma salonunda yer bulunamamış! Bu bir saçmalık. Zaten zorlu geçecek olan mahkeme süreci, bu şekilde daha başlamadan büyük bir yük olmaya başladı. Zira ortada büyük bir risk var: Polis ve iç istihbarat teşkilatının yaptığı hatalar zincirinden sonra Almanya’nın kendisini daha fazla utandırmaması gerekiyor. Münihli yargıçlar, Oslo’daki Breivik davasına bakan meslektaşlarının, işine hakim tarzlarını örnek alabilirler.
"BU DURUM TÜRKİYE’DE OLSAYDI"
Heilbonner Stimme: Şöyle bir düşünün: Türkiye’de bir mahkeme, çok geç ve beceriksizce ortaya çıkarılmış sekiz Alman’ın öldürüldüğü bir seri cinayet davasına bakıyor. Ama Alman medyası mahkeme salonuna alınmıyor. Sebebi de maalesef duruşma salonunun biraz küçük olması. Türk yetkililer de basın için ayırdıkları koltukları, sadece Türk gazete ve televizyon kanallarına verileceğini açıklıyor. Almanya’da kaşların çatılması, Berlin’den de sert bir protesto gelmesi çok sürmezdi. Politikada buna diplomasi deniliyor. Oysa kızgınlığa yol açan bu durum, Bavyera’nın metropolünde yaşanıyor."
Frankfurter Rundschau: Mahkeme Başkanı Karl Huber, ’İş her şeyden önce, sanıklara yöneltilen suçlamaların açıklığa kavuşturulması ve hak edilen cezanın verilmesidir’ demekle haklı. Çünkü bu, zor bir iş olacak. Yine de bu durum, mahkemenin, bu sürecin iç ve dış politikada yol açacağı boyutları dikkate almasını engelleyen bir unsur değil. Ama mahkeme işte tam da bunu yapmamaktadır ve özerkliğini, daha ziyade hassaslık duygusundan yoksunluğu ile göstermektedir.
"MAHKEME ÇOK AZ DUYARLI"
Nürnberger Nachrichten: Medya mensuplarının bu tutum karşısında kendilerini terslenmiş hissetmeleri anlaşılabilir. Kaldı ki daha iyi bir çözüm için ortada yeterince örnek mevcut. Bu davaya ilgi gösteren ülkelere önceden bir kontenjan ayrılabilir ya da önemli duruşmalar, daha büyük salonlarda görülebilir veya Münih Yüksek Eyalet Mahkemesi tarafından doğrudan kamuoyuna aktarımına izin verilmeyen davayı, gazeteciler kendileri için ayrılmış bir salonda takip edebilir. Mahkeme, bunun gibi hassas bir davaya gerçekten çok az bir duyarlılık gösteriyor ve bu şekilde de Alman adli makamlarının imajını zora sokuyor.
Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle de, Nasyonal Sosyalist Yeraltı terör hücresinin (NSU) hayatta kalan tek üyesi Beate Zchape’nin Yüksek Eyalet Mahkemesi’nde başlayacak davasını izleyecek gazetecilerin bulunduğu 50 kişilik akreditasyon listesini açıklarken hiçbir Türk medya kuruluşunun bulunmamasının şaşkınlık yarattığını bildirdi. Mahkeme Sözcüsü Margarete Nötzel, sürecin daha önce duyurulduğunu, buna alternatifin ancak kura olabileceğini ve bunun daha büyük zorlukları beraberinde getirebileceğini savundu. Mahkeme salonunda yer rezervasyonlarının müracaatını en hızlı gönderen 50 medya kuruluşunun temsilcisine yapıldığı belirtildi.
Yeşiller Partisi eş başkanı Cem Özdemir de akreditasyonların müracaat sırasına göre belirlendiği gerekçesinin sadece ’bürokratik’ olduğunu belirterek, Almanya’nın Winnenden kentinde yaşanan katliama ilişkin davanın buna örnek gösterilebileceğini ifade etti. Özdemir bu davada hem Alman hem de yabancı basın mensuplarına mahkeme salonunda yer rezervasyonu yapıldığını vurguladı ve "Bu Bavyera’da neden mümkün olmasın?" dedi.
Türkiye’de görev yapan Alman gazeteci Thomas Seibert, teknik olarak her şeyin doğru yapılmış olabildiğini ancak, siyasi ve etik açıdan bakıldığında, bunun doğru bir tutum olmadığını ifade ederken, "Olaydan en çok etkilenen ve kurban veren bir ülkenin dava sürecinde de buna uygun şekilde temsil edilme hakkı vardır. Dolayısıyla mahkemenin yaptığı gibi gerekçelendirmek mümkün olsa da bunun uygun bir yaklaşım olduğu söylenemez" dedi.