Güncelleme Tarihi:
Henüz birkaç yıl önce, AKP hükümeti Suriye başta olmak üzere bir dizi Ortadoğu ülkesiyle Avrupa Birliği benzeri bir oluşumun ilk temellerini atıp bir ortak pazar kurmaya kalkıştığında buna karşı çıkmıştım.
Böyle bir birlik için asgari müşterekler mevcut değildi: Her şeyden önce Arap devletlerinin siyasi ve ekonomik yapıları, bizimkiyle uyuşmuyordu. Kültürel anlamda da bizimle Arap toplumları arasındaki fark, bizimle Batı Avrupa toplumları arasındaki farktan bile büyüktü.
Ancak en önemlisi Türkiye açısından bu iki sürecin (AB müzakereleri ve Ortadoğu ülkeleriyle bütünleşme), istatistik biliminde “karşılıklı dışarlayan olaylar” denen kavramla örtüşmesiydi. Yani Ankara, Arap âlemine yaklaştıkça, kaçınılmaz olarak Avrupa’dan uzaklaşıyordu.
Bu yüzden “Yeni Osmanlıcı” dolduruşa gelmeden, Filistin başta olmak üzere dış meselelerde, İkinci Abdülhamid ve Atatürk’ten beri diplomaside sürdürdüğümüz geleneksel “denge siyasetinden” vazgeçmememiz gerektiğini yazmıştım.
Bu görüşlerimi iyice anlamadan okuyanlar, Türkiye’nin bugün ortaya koyduğu Filistin politikasına da karşı çıkacağımı düşünebilirler. Dolayısıyla İsrail’e karşı sergilenen sert tutumu eleştireceğimi sanabilirler. Oysa ben mevcut politikanın doğru olduğunu düşünüyorum.
* * *
2006 yılının Mart ayında, Finlandiya Dışişleri Bakanı Erkki Tuomioja (kendisi hâlâ bu görevde) ile Helsinki’de bir röportaj yapmıştım. Söylediği en önemli şey şuydu:
“ (Batı ile İslam dünyası arasındaki tüm sorunlar) Batılı değer ve çözümlerin, Batı'nın çıkarları doğrultusunda yorumlanıp, yine aynı Batı'nın büyük askeri üstünlüğü yoluyla zorla dayatılmasında yatıyor."
Beş yılda çok şey değişti.
Öncelikle; muhtemelen Büyük Buhran’dan bile derin bir küresel ekonomik krize girilmesiyle “Batı’nın büyük askeri üstünlüğü” sürdürülemez hale geldi.
Ardından, hidrokarbon kaynaklarından yenilenebilir enerjiye kaçınılmaz geçişin başlamasıyla (buna Üçüncü Sanayi Devrimi diyenler var), uzun vadede Ortadoğu’nun artık salt emperyalist/sömürgeci mücadele için bir savaş alanı olarak görülemeyeceği anlaşıldı. Libya, belki de “Batı’nın çıkarlarının zorla dayatıldığı” son Ortadoğu savaşıydı.
Son olarak küreselleşmenin daha da hızlanmasıyla, demografik nedenlerle Batı Avrupa ve Rusya’nın gerileyeceği, gelişmekte olan ülkelerin ise hızla yükseleceği bir rota çizildi. Böylece “Batılı değer ve çözümlerin” tekel olma durumu sona erdi.
Bu üç büyük değişim, Batı’daki egemen düzenin, en büyük “Batı dışı” unsur olarak tanımladığı İslam’a ve İslam âlemine bakışını tedricen değiştiriyor.
Bugün Batı kendisini “Yahudi-Hristiyan Uygarlığı” (Judeo-Christian Civilization) olarak tanımlıyor. Ancak henüz yüz yıl önce aynı Batı’nın kendisini “Hristiyan Uygarlığı” olarak tanımladığını ve bu tanımlamaya Yahudiliği eklemesi için ancak Nazilerin Avrupa’da soykırıma girişmesini beklediğini hatırlayalım.
Aynı şekilde çok da uzak olmayan bir gelecekte Batı, kendisini “Yahudi-Hristiyan-Müslüman Uygarlığı” olarak tanımlayacaktır. Fakat muhtemelen Hitler örneğinden ders alındığı için artık Anders Behring Breivik gibi teröristlerin iktidara gelmesine izin verilmeyeceğinden, nispeten kansız bir süreç sonucunda olacaktır bu.
Zira El Kaide’nin yapay bir baş düşman olarak ABD’nin egemen ideolojisinde edindiği geçici rol de Usame Bin Ladin’in öldürüldüğünün açıklanmasıyla resmen sona ermiştir.
Batı’daki egemen düzen, pek yakında yeni ekonomik kaynaklara (sadece hidrokarbon zengini olduğu için değil, aynı zamanda geleceğin en büyük pazarı olduğu için Asya’ya) dönecektir yüzünü.
Böylece “İslamofobi” yerini Batı kaynaklı bir başka “ideolojik nefrete,” örneğin “Çin fobisine” bırakacak; fakat artık dünya tamamen küreselleşmiş olduğundan tekelleşemeyecek, tüm dünya meselelerini açıkladığını öne süren onlarca farklı teoriden biri olarak kalmakla yetinecektir.
* * *
Filistin bu dönüşümün tam merkezindedir.
Çünkü Filistin meselesi, yarım asrı aşkın bir süredir, hatta belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışından bu yana, Batı ile İslam âlemi arasındaki gerginliği düzenlemek için yine Batı tarafından kullanılan bir manivela olmuştur.
Batı hegemonyasının sona vermesi ve İslamofobi’nin geçerliliğini yitirmesiyle birlikte, Filistin de bir simge olarak işlevini kaybetmektedir.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bundan iki yıl önce Gazze konusundaki çıkışı, belki tamamen duygusal, dolayısıyla irrasyoneldi. Hatta Mavi Marmara baskınının hemen ardından yapılan açıklamalarda da bir “stratejik hesap” olmadığı görülüyordu.
Fakat Türkiye’nin Filistin konusunda bugünkü ısrarı, yukarıda özetlenen konjonktür gereği “denge siyaseti” ilkesiyle örtüştüğünden tamamen yerinde görünüyor.
Çünkü İsrail ne kadar inkâr etse de, Arap Baharı ile birlikte iyice yalnızlaşmıştır. Bu yalnızlaşma sadece Mısır gibi ülkelerdeki rejim değişiklikleriyle ilgili değildir. Aynı zamanda bölgedeki etkisini yitirirken geride Türkiye eliyle doldurmaya çalıştığı bir vakum bırakan ABD de, Arap Baharı ile kazandıklarını İsrail uğruna bir çırpıda silme niyetinde değildir.
Ve İsrail eğer ABD Kongresi’ndeki Cumhuriyetçilerin desteğine güveniyorsa, yanılmaktadır. Çünkü 2012’de bir Cumhuriyetçi bile başkan olsa, Beyaz Saray’a geldiğinde küresel reelpolitik gereği Obama Yönetimi’nden çok farklı bir siyaset izleyemez: Filistin, bugün BM yoluyla tek taraflı olarak olmasa da yakın gelecekte bir şekilde bağımsız olacaktır.
Türkiye, bu cazip konjonktürden yararlanarak, ABD’nin Soğuk Savaş’ta SSCB’ye karşı uyguladığı “kuşatma” (containment) politikasının bir benzerini İsrail’e karşı uygulamaya başlamıştır. Üstelik bunu yaparken İsrail’in neredeyse tüm komşularını yanına çekmeyi ve ABD’den de sessiz bir onay almayı başarmıştır.
Mavi Marmara konusunda mevcut İsrail yönetiminin özür dilemeyeceği artık kesinleşmiş olduğuna göre, Türkiye’nin bu sert politikasının amacı nedir?
Elbette ABD’nin Soğuk Savaş ile güttüğü amaç... Yani bir dağılma, bir rejim değişikliği... Bu strateji başarılı olursa, İsrail’de hükümetin düşmesi ve bir sonraki hükümetin mevcut aşırı sağ unsurları içermemesi durumunda Ankara’nın Tel Aviv ile hızla yeniden yakınlaşarak Filistin konusunda bir kez daha arabuluculuğa soyunduğunu görebiliriz.
Fakat o zaman geldiğinde bir başka açmaz karşımıza çıkacak:
Filistin meselesinde hemen hemen tüm tarafların hemfikir olduğu “iki devletli çözüm” hakikaten gerçekleştirilebilir mi? Yoksa İsrail ve Filistin’de iyice karmaşıklaşan nüfus ve mülkiyet meseleleri nedeniyle artık “tek devletli çözümden” başka bir yol kalmamış mıdır?
Cevap ne olursa olsun Türkiye, Filistin meselesinin çözülmesinde, İspanyolların deyişiyle “por la razon o la fuerza” (ya akıl yoluyla ya zorla) belirleyici bir rol oynarsa, sadece Avrasya’nın lider ülkesi haline gelmiş olmaz. Bir yandan küresel ekonomik krizde Körfez sermayesinin yurda akışını sürdürürken, bir yandan da gücünü kaybetmiş Avrupa Birliği için bile bir umut olarak görülmeye başlar.