Güncelleme Tarihi:
Çağlara, kitaplara sığmayacak deha Mimar Sinan, Michelangelo ile karşılaşsa ona ne derdi?
Atatürk’ün Vahdettin ile yediği yemekte duyduğu çatal bıçak tıkırtıları bize neyi anlatıyor?
Cumhuriyet Ankara’da yeni şehrini kurarken İstanbul’a dokunmaya neden kıyamadı?
Neden Anadolu’da karşımıza çıkan güzel binalar her seferinde terk edilmiş bir Ermeni ya da Rum evi çıkıyor?
‘Estetik ve zevk soykırımı’ndan sonra sanatçılarımız sonunda dünyayı nasıl yakaladı?
Türkiye’nin çağdaş sanat serüvenine, bu konudaki en kapsamlı eserle katkıda bunan Hasan Bülent Kahraman yanıtlıyor
Türk ve Osmanlı görselliğinin doruk noktası nedir?
-Çok belli! Osmanlı klasik dönemi dediğimiz Sinan… Bir bütündü: Baki’nin şiiri, Sinan’ın mimarisi, Itri’nin müziği… Klasik dönemi, geçişleri yeniden okumamız lazım.
Neleri mesela?
-Sinan Mihrimah Camii’ni yaparken Zeyrek’teki Pantokrator Kilisesi’ni görmüyor muydu? Ayasofya’ya yaptığı dört minare ayağı bence Ayasofya’dan bile daha haşmetlidir. Sonra kubbe meselesi... “Sinan Ayasofya’yı geçti mi, geçmedi mi” sorusu. Mesele bu değil. Anadolu, Asiyatik kültür, Ermeni mimarisi ve Sinan’ın yeniçeri olarak dünyayı gezerken gördükleri… En nihayet Ayasofya’nın dibinde yaşayan bir adamın yaptığı kubbe. Ama Ayasofya’nın kubbesiyle Sinan’ın kubbesi aynı şeyler değil. Bütün mesele bu farkları ortaya çıkartabilmek.
Hep derler ya, “Bu Türkler geldi, İstanbul’u mahvetti”. Doğru mu?
-Türklerle neyi kastettiğimize bağlı. Osmanlı’yı da dahil etmemiz lazım.
İstanbul’un güzelliğine Osmanlı’nın katkısı ne düzeyde?
-Çok büyüktür! 16 ve 17’nci yüzyılda İstanbul çok güzel bir şehirdi. Pazarlarıyla, kervansaraylarıyla, kapılarıyla, surlarıyla, camileriyle, mimari yapısıyla… Osmanlı mimarisinin insan ölçeğinde olması çok önemli.
Ama klasik döneminden sadece taş yapılar kalmıştır. Oysa Avrupa’nın Ortaçağ’ı hâlâ ayaktadır. Avrupa’nın her yeri Ortaçağ’dır, çünkü taş mimarisidir. Anadolu’nun Ortaçağ’ı yoktur.
Neden?
-Osmanlı’nın mimarisi odun, ahşap mimarisi. Yandı, çürüdü, selle, suyla, ateşle yok olup gitti. Ama odun mimarisi bir kültürel birikime dayanıyordu. Nemin kontrolünden tutun, ölçeğin insani boyutlarda kalması gibi. Yani bir cumbayla ortalama insan boyu arasında bir oran var. Onu aşmayı insana hakaret kabul ederlerdi. Osmanlı mimaride ileriydi. Ama halk kültürü değil, saray kültürü. Çok yüksek bir kültür bu. Baki’nin şiiri mesela… Aynı mazmunlarla o kadar büyük derinlik yaratmak çok yüksek bir duygu. Veya Itri’nin müziğiyle yakalanan o derinlik… Osmanlı kültürü dediğimiz zaman saray kültüründen bahsediyoruz.
Şu an saray kültürünü anlayacak incelikte değiliz.
Şunu anlamaya çalışıyorum. Kentlerimiz neden çirkin? Anadolu’da güzel bir bina gördüğümüzde neden her seferinde terk edilmiş bir Ermeni ya da Rum evi çıkıyor?
-Çok önemli bir sorunu iki kelimeyle anlattın. Bizim dediğin zaman bizim olan ne? Biz biziz, yani bugünüz. Cumhuriyet, bir estetik üretemedi. Denedi. Akademi kurdu, müze kurdu, Alman mimarları getirdi, binalar yaptırdı, heykeller diktirdi. Ama organik ve yüksek bir estetik üretemedi. Hevesleri vardı elbette; Osmanlı’da subaylardı çünkü. Saraya girip çıkmışlardı. Atatürk, Vahdettin’le son yemeğini anlatırken diyor ki “Salonda çatal bıçak tıkırtılarından başka ses duyulmuyordu.” Cumhuriyet, bu yüksek kültürü halka indirmeyi başaramadı.
Neyi yanlış yaptı?
-1915’ten sonra bunları devam ettirecek kültürel birikimi yok ettik. Anadolu’nun burjuvazisi sayılır mı sayılmaz mı, şimdi o tartışmaya girmek istemem ama 1915’te demircisi, nalbantı, doğramacısı, taş ustasından başlayıp, terzisine kadar ulaşan Ermeni kültürünü yok ettik. Aynı şekilde Rum kültürünü üç parça halinde ortadan kaldırdık. Osmanlı’nın kültürünü üretenler bu insanlardı. Onların ardından, bir tünel açtıkları zaman gidip tünel ustasını bir yerden getirdiler. Oysa onlar doğaya dayanıklı taş duvar yapmayı biliyordu. O kültürü, o birikimi yok ettik. E sen o estetiği üreten damarları kestiğin zaman bir daha nereden üreyecek o estetik? Şimdi yeni yeni, daha farklı bir estetik birdenbire uzaydan gelmiş gibi tepemize iniyor. Gökdelenlerin, çağdaş mimarinin estetiği önümüze çıkıyor.
“Cumhuriyet, Ankara’da yeni bir şehir inşa etti ama İstanbul’a hiç dokunmadı, kendi haline bıraktı” diyorsunuz…
-İstanbul 1950’den beri kör kazmayla değiştiriliyor. Her gelen, bir eser bırakmak istiyor ve bir parçasını yok ediyor. Halbuki Cumhuriyet bu kadar radikalizmine rağmen İstanbul’a dokunmadı.
Neden?
-Çünkü bir hürmeti vardı. Ankara’da kendi ideolojisinin ve dünya görüşünün sembolü olacak bir şehir inşa etti. Allah’ın kırına sıfırdan şehir yaptı. Şehrin adını da ‘Yenişehir’ koydu zaten. Ben Ankara’da 40 sene yaşadım. Yeni şehirde yaşadım. Eski şehir de kalenin burçlarındaki yerdi.
Şimdi muhafazakârlar İstanbul’u neden yıkıyorlar? Hürmetleri mi yok?
-Hayır yok. Türkler geçmişlerini sevmez. Bu bizim göçebelikten gelen kültürümüz. Sürekli yeni bir yerde olmak isteyen, yerleşikliğe geçememiş bir toplumuz. Sebebini söyledim: Taş mimarimiz yok.
Cumhuriyet’i kuranlar da aynı kültürden gelmedi mi?
-Onlar başka bir şey görmüşlerdi. Başka bir estetiğin içinden geliyorlardı. Osmanlı paşalarıydı en nihayetinde, halk çocuğu değillerdi. Çetin Altan’ın bu konuda bazıları biraz fantazmagori gibi olsa da çok güzel tespitleri vardır.
Hangileri?
-Mesela şu: “Neden 40 bin köydeki bütün hanelerde en az bir tabanca vardır da bir tane bile piyano yoktur? Üç neslin içinde yaşadığı ev olmadan kültür olmaz. Burjuvazi olmaz. Üç neslin biriktirdiği kitaplar olmadan kitaplık olmaz.” Ahşap kültüründe bunu yapamazsın. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında taşa geçmişler. Cibali’den Osmanbey’e kadar. Neyi değiştirebilirsin ki bu kadar kısa sürede! Bunun altında yatan sebepler: 1 – Göçebe kültür anlayışı 2 – Ahşap mimari 3 – O kültürü devam ettirecek olan kitlenin ortadan kaldırılması. Yani biz aynı zamanda zevk ve estetik soykırımları da yapmışızdır.
Peki umut var mı?
-Var. 1990’dan itibaren her şey tersine döndü. Veya doğru yerine oturdu. Türkiye’de üretilen sanat ve kültürle, Batı’daki arasında estetik bakımdan bir problem yoktur artık. 2006’da Amerika’dan dönüp ‘Günümüz Sanatçıları’ sergisinin küratörlüğünü yaptıktan sonra dedim ki: “Ey Paris’e, Berlin’e, Londra’ya gidenler! Orada çağdaş sanat yapanlar! Bu sergiyle oralardaki sergiler arasında fark var mı?”
GEZİ PARKI ESTETİK BİR YENİLEMEDİR
Dünyada sanat geriye mi gitti? Picasso, Matisse’in eserlerindeki gibi sanat, dünyayı değiştirmeye hevesli devrimci bir rol oynuyor mu?
-Bence daha çok oynuyor. Bugünün çağdaş sanatı çok politik. Yeni bir estetik var. İnsanlar güzelin devrimci olduğunu şimdi anladı. Çok uzun süre güzelden korktular. 1970’lerin politik sanatı güzelin kaçış olduğunu düşünüyordu. Oysa güzelle devrim yapılabilir. Gezi Parkı olaylarında bile bu ortaya çıktı. Gezi Parkı aynı zamanda estetik bir yenilemedir. Orada insanlar kendi küçük komünal hayatları içinde estetiği ayakta tutmaya çalıştılar.
Nasıl bir estetik?
-Hareketleri, davranışları ve örgütlenme biçimlerinde bir estetik vardı. Bu eleştirilebilir. “South Park estetiğiydi, video oyunları mantığı vardı” denilebilir. Ama bu neyi değiştirir? Bugün güzelin estetiğin devrimci bir şey olduğu öğrenildi. Bugünkü sanat çok politik. Mikro politikalar anlamında politik. Bakın, aşağıda (Aksanat’taki ‘Özerk ve Çok Güzel’ sergisinden bahsediyor) Erdağ Aksel’in işi var. Koltuk değneklerinden bir helikopter pervanesi… Vahit Tuna’nın işi var, “Avrupa Avrupa duy sesimizi”, futbol fanatizmiyle ilgili. Nazif Topçuoğlu’nun ‘Avrupa’ isimli fotoğrafında ölen bir kadın ve onun başında ağıt yakan bir kadın var. Şükran Moral, Ferhat Özgür, Ersan Deveci’nin işleri… Hüseyin Çağlayan’ın fantastik alegorik yeni dünya arayışı, yanında Murat Germen, karşısında Serkan Taycan, İstanbul dönüşümü… Mikro politik konular nelerse, burada o var.
Ama bir tık evcilleşmiş gibi...
-Ben çok daha sert olduğunu düşünüyorum. Devletin, evcilleştiren yaklaşımına karşı “senin bana önerdiğini kabul etmiyorum, kendi sistematik ve anlayışımı öne çıkarıyorum” mantığı.
Nişantaşı galerileri bunlardan ne kadar haberdar?
-Bu ayrı bir tartışma. Koleksiyoner hangi dürtüyle eser alıyor? Bugün insanlar bazen ‘anlamadıkları’, kendilerine yakın bulmadıkları yapıtları da alabiliyorlar.
Sanat piyasasının hafif karanlık bir tarafı var mı? Alış verişler şeffaf değil; masanın altında sürekli bir şeyler dönüyor sanki.
-Basel Fuarı 1970’lerde kuruldu. Para aklamak gerekiyordu; İsviçre’nin bir köyünde kurdular. Tarih kitaplarında yazan bir gerçektir bu. Bugün dünyada yıkanacak, aklanacak o kadar da para yok. Bir pazar var ve aslında sanata önemli katkıda bulunuyor.
Son dönemin siyasi baskıları sanatımızı eksiltmiş olabilir mi?
-Tam tersi. Çağdaş sanat bir direniş alanıdır. Yeni sosyal teorinin bir temel kavramıyla söyleyeyim: Baskı, devlet kavramıyla doğrudan ilişkili. Paradoksal bir şey. Devlet özgürlükçü ve o çok kullandığımız anlamda demokratik olabilir mi? Bugün Batı demokrasisinin temel meselesi de devleti gemlemek.
BUGÜNÜN DEVRİMCİ SANATÇISI STEVE JOBS
Heykel yıkan bir devlet başka bir mesele tabii...
-Sanat sadece büyük, makro politika seviyesinde değil, modern devletin oluşturduğu bütün zihin durumlarına karşı da bir direniş alanı. Böyle bir ortamda akış yataklarını çok daha genişletecek etkiye sahip.
Bu görüşe hiçbir itirazım yok. Fakat filmlere, şarkılara, edebiyata bakıyorsunuz. Son 10 yıldan ne kaldı? Hâlâ Sezen Aksu dinliyoruz işte.
-Sen yaşlanıyorsun! Hepsi var. Dönemlere özgü yetenek birikimlerinin aktığı alanlar vardır. Bu 19’uncu yüzyılda edebiyat, 20’nci yüzyılda sinemaydı. Bugün ise çağdaş sanat. Yeni bir şey arıyorsan çağdaş sanata bakman lazım. Dijital sanattan tut, sosyal medyada yapılanlara dek sınırsız bir enerji ve dinamizm var. Bugünün yetenek birikimi romanda değil. Bach, Beethoven, Mozart tamamlandı; artık performans sanatına döndü. Dönemlerin ifade ettiği oluşumlarla bir sonraki dönemi yargılamak doğru değil. Evet, Dostoyevski çıkmıyor ama başka devrimciler çıkıyor. Tanrı-sanatçı artık eskisi kadar önemli değil. Daha kolektif, yenilikçi, devrimci sanatçılar var. Bugünün devrimci sanatçısı, ister beğen ister beğenme Steve Jobs’tır.
İstanbul Modern gibi yeni müzelerimiz ne durumda?
-Hâlâ arayış içindeyiz. Yönetiminde bulunduğum Sabancı Müzesi son 10 yıl içinde çok büyük atılımlar yaptı. İnsanlar Picasso’yu, Rodin’i, Rembrandt’ı ilk kez gördü, Anish Kapoor’u şimdi görüyor. İstanbul Modern farklı bir çizgide çok önemli sergiler getirdi. Yakın tarihimizin koleksiyonunu, belleğini, kimliğini oluşturup önümüze koydu. Pera Müzesi, Boterolar, Valdesler getirdi. Bunlar daha önce tahayyül edilen şeyler değildi. Bugün farklı bir arayış içindeyim. Paula Rego’yu getirmeye çalışıyoruz.
Türk sanatı evrenselleşti ama yurtdışı fuarlarında, Christie’s’de milyon dolarla Türk eserlerini alanlar yine Türkler. Niye öyle?
-Sen 100 sene geriden gelip yarışa katılıyorsun. Gecikmeler olabilir. Kuantum sıçramaları şeklinde ilerliyoruz. Evet, Christie’s’de Fahrelnissa Zeid çıktı ve bir Türk gidip 2 milyon küsur dolara onu satın aldı. Ama daha evvel Christie’s’de bir Fahrelnissa Zeid de çıkmıyordu. Çağdaş sanatçılarımız kendini oralarda göstermiyordu. Şimdi Türkler alır, bir süre sonra Batılı koleksiyonerler ortaya çıkar. 10 yıl önce Dağhan Özil gitti, Berlin’de galeri açtı. Bu sene Londra’da Türkiye’den bir galeri var. Koleksiyonerlerimiz Batı sanatı almaya başladı. Kiefer’ın ya da bir başka sanatçının tarihi yazılırken -şu Türk koleksiyonerin koleksiyonundadır- diye insanlar gelecek ya da kataloglarda yer alacak. Senkronizasyonlar bu şekilde cereyan edecek.
MİMAR SİNAN’IN KEMİKLERİ SIZLAR MI?
Türkiye’de bir sosyopolitik gerçek var: Sünni muhafazakârlık… Bunun sanatta karşılığı var mı?
-Hayır yok. Dünyada böyle bir kategorizasyon yok. Mesela Lucian Freud bana göre muhafazakârdır. Klasik portre geleneğinden ve resimden ödün vermemiştir. Bir çağdaş devrimci sanatçı değildir. Çırılçıplak portreler yapmıştır. Muhafazakâr sanat biraz bu anlama gelir. Bizdeki anlam yüklemeleri çerçevesinde bakınca bunun uluslararası piyasada, Batı’da veya İran’da ifade ettiği herhangi bir anlam yok.
Çamlıca’ya Sinan imitasyonu cami, Topçu Kışlası’nı yeniden yaptırma iradesi vs. Bunları nasıl izliyorsunuz?
-Restorasyon dönemi diye düşünüyorum. ‘Ecdatla’ daha yakın oluruz görüşü… Bu bana göre yanlış. Çamlıca’nın tepesine bir cami dikilebilir. Ama Sinan’ın mimarisi kendi çağının evrensel düzeyde en ileri adımıydı. Devrimci bir adamdı Sinan. Devrimci olduğu için bugüne kaldı. Şimdi Sinan’ın imitasyonunu oraya dikerseniz teatral bir iş olur.
“Kemikleri sızlar” diyorsunuz…
-Kemikleri de sızlar, memnun da olabilir. Bir cami dikilmesine o kültürdeki bir insan olarak memnun olabilir ama bir estet olarak baktığınız zaman… Bu fanteziyi hep düşünmüşümdür: Sinan ile Mikelanj karşılaşsaydı… Mukayase edilecek isimler değil, çok farklılar! Sinan büyük bir Osmanlı terbiyesi içinde kaftanının önünü kapatır, ellerini kavuşturur, o yapıtları gördüğü için memnun-mesut olduğunu söyler ve ardından gülmese bile “kefere bunu yapmış” der. Onun diktiği abidelerin yanında Medici’lerin mezarının filan esamisi okunmaz. Kendi içinde insanı çıldırtacak kadar güzel ve estetiktir. Sinan çağlara, kitaplara sığacak bir deha değildir. Şimdi böyle bir dehaya kendi yapıtının imitasyonunu, iş diye götürdüğünüzde, yine hürmet içinde kaftanını ilikler ama ondan sonra “yahu neler yapıyorlar” diyebilir. Sinan’ın devrimciliğini unutarak onu muhafazakâr estetiğin bir parçası diye görmek işin başlangıç noktası.
Muhafazakâr olmak için önce modern olmak gerekir
Geçmişimiz bütünüyle reddedilmesi gereken yanlışlarla dolu bir tarih, bir geçmiş midir, yoksa bunun içinden bazı doğrular ayıklamacı bir biçimde alınıp bugün kullanılabilir mi? Bunu kendinize soruyorsunuz kitapta …
-Türkiye’nin şizofrenisi, Tanzimat’tan sonra, Cumhuriyet’ten sonra daima “acaba geçmişten neyi alabiliriz” şeklinde değil, “geçmişten neyi reddebiliriz” şeklinde zuhur etti. 1980’lerdeki postmodernitenin getirdiği, gelenekle barışma yaklaşımının katkısıyla Türkiye bugün “geçmişten ne alabilirim”i düşünüyor. Ama bu o kadar kolay değildir. Taklit olmaması, geçmişi tekrarlamaması, iğreti durmaması lazım. Gelenek keşfedilen bir şeydir. İcat edilen bir şeydir.
Yani modern bir şeydir…
-Moderndir! Benim bütün bu meselelerde vurguladığım şey odur. Eğer modern zorlama, modern radikalizm olmasa muhafazakârlık olmaz. Avangart olmasa gelenek kavramı olmaz. Muhafazakâr olmak için önce modern olmak gerekiyor. Muhafazakârlarımızın unuttuğu bu. Biz modern olmadan muhafazakâr oluyoruz; halbuki böylesi taassup.