Hani uzaktan imrendiğiniz, bir kereliğine bile olsa denemek istediğiniz bazı işler vardır.
Uçakta kabin memuru olmak da benim için öyle bir iş. Çünkü habire uçuyorlar. Dur durak bilmeden. Bir gün Çin’delerse mesela, üç-dört gün sonra Paris’e gidiyorlar. Sürekli yeni insanlar tanımak (ya da teğet geçmek diyelim) ve sürekli havada olma hali bana iyi gelirdi diye düşünüyorum. Tamam, muhakkak bu işin de zorlukları vardır. Hatta insan bir süre sonra bu yolculuk halinden sıkılabilir. Artık “ayakları yere bassın” ister, filan... Yine de bu işin bir çekiciliği, bir özgürlük duygusu var. Geçenlerde Hava Yolları Kabin Memurları Derneği Başkanı (TASSA) İzzet Levi’yle tanıştım. City’s içindeki Toprak Sanat Galerisi’nde yapılan özel bir sergide. Özel; çünkü sergi havayollarında halen çalışan ya da emekli olmuş memurların eserlerinden (tablo, fotoğraf, seramik) oluşuyordu. Ve eserlerin satışından elde edilen gelir TASSA’nın ilköğretim okuluna bağışlanıyordu. İzzet Levi’yle uzun uzun TASSA hakkında konuştuk. Doğrusu, kabin memurlarının bir derneği olduğunu bile bilmiyordum o güne dek. Meğer derneğin tarihi de hayli eskiymiş, 1965’de kurulmuş. İlk başta THY personeli odaklıyken sonradan bütün özel havayolu çalışanlarını üyeliğe kabul etmişler. “En büyük sorununuz nedir?” dedim Levi’ye. “Bir yasamız yok” dedi, “şimdi onun için uğraşıyoruz”. Bu arada 18 yıldır uçuyormuş İzzet Levi, dile kolay. Ben kesin sıkılırdım 18 yıl boyunca uçmaktan. O kadarı da fazla gelirdi. Ya da tam tersi, belki de bağımlılık yapardı uçmak. İşte Levi’ye o gün sormayı unuttuğum soru: Uçmak bağımlılık yapar mı? Bir daha karşılaştığımda mutlaka bunu soracağım...
Aktarmalarda kaybolmuştum ki...
Bir de “hayat kurtarıcı” kabin memurları var. Hayat kurtarıcı derken abarttım belki, ama aktarmalı uçuşlarda sonraki uçağı kaçırdıysanız eğer ve sinirleriniz artık tel tel olmuşsa, işte o an birisi yardım edince “oh be!” diyorsunuz. Tamam, her şey yoluna giriyor işte. İşte bir keresinde, bir fi tarihinde, Los Angeles’tan New York aktarmalı ıstanbul’a dönerken böyle bir şey başıma geldi. New York’a indiğimde ıstanbul uçağı çoktan gitmişti, geçmiş olsun. Dediler ki, “Bir sonraki uçağa 12 saat filan var, biz sizi Roma’ya gönderelim şimdi, oradan da bir ıstanbul uçağına bindirelim”. Hay hay dedim Delta yetkilisine ve Roma uçağına yerleştim. Bu arada uçaktaki kabin memurlarından biri beni tanıdı. Tanıdı derken, bayağı tanımak. “Merhaba nasılsın” filan dedi. Ben şaşkınım, “Nereden tanıyorum bu Amerikalı hostesi” diyorum kendine kendime. Çünkü yüz aşina. Bu arada uçak geç kalktı. Haliyle Roma’daki ıstanbul uçağına yetişmem de imkansız bir hal aldı. Derken, beni tanıyan memurla ilerleyen saatlerde sohbet ettim. “Yahu ben sizi hatırlayamadım, biz nerede tanışmıştık?” diye. İstanbul’da tanışmışız! Bir davette... Sohbet etmişiz biraz, o kadar. Sonra kendisi iki yıllık ıstanbul macerasından sonra New York’a dönmüş ve Delta’da çalışmaya başlamış. Pes! Nereden nereye... Ben de ona “aktarma” hikayelerimi anlattım. Bak dedim böyle böyle, “Roma’dan kalkan uçağa da yetişemiyorum bu gidişle, aktarmalarda kayboldum resmen”. “Bir dakika” dedi. Hemen uçaktan Roma’daki Delta yetkilisini aradı. Ve hemen bir başka ıstanbul uçağına yerimi ayırttı! Bol bol teşekkür ettim tabii. Ona söylemedim ama, teorim şuydu: Sırf bunu yapması için karşılaşmış olabilir miydik? Neyse, sonra bir daha karşılaşmadık. Yani henüz. Belki ilerleyen yıllarda bir kez daha karşılaşmamız gerekiyordur. Bir sebeple. Kimbilir?