Bilmem siz de benim gibi takıntılı mısınız bu konuda ama eğer uçak yolculuğu yapacaksam muhakkak cam kenarında oturmak için çırpınırım.
Hani bulanık denizde yüzemeyenler vardır ya, “yüzdüğüm yerin dibini görmeliyim” derler, benimki de biraz ona benziyor aslında. Uçtuğum havayı görmem lazım! Ben kendimi cam kenarında oturunca güvende hissederken kimileri de benzer konforu koridordaki koltuklarda oturunca yaşar, “bir aksilik olursa önce ben çıkayım” ya da “az daha ayağımı uzatayım” mantığı, bilirsiniz. Onu da anlamak zor gerçi, uçak düşerken ne yapacaksın koridorda mı koşacaksın arkadaşım? Durun size beni “Büyük Lufthansa grevi” gazisi yapan yolcuğumu anlatayım da eğlenelim azıcık. Pazartesi günü birtakım hayırlı işler için ıstanbul’dan Los Angeles’a gitmek üzere yola çıktım. Aslında Lufthansa ile önce Frankfurt’a gidecek, oradan da Los Angeles uçağına binecektim ancak oradaki kardeşler grev yaptığı için uçuşu iptal olanları diğer Avrupa havayollarının uçuşlarına yönlendirdiler, yolcuları mağdur etmediler. Havayolu şirketi ve uçuş saati değişti, o kadar. Bana da, aynı saatte Los Angeles’a gidecek herkes gibi KLM Hayayolları düştü. Tabii grevden ötürü tüm Lufthansa yolcuları zaten halihazırda dolu olan -ve benim de bineceğim- uçağa yönlendirilince koskoca Boeing 747, minibüse döndü. Pilot kabinden çıkıp “Los Angeles’a bir iki, Los Angeles’a bir iki” diye bağırsa şaşırmazdım yani. Durum vahim ama ben hâlâ “cam kenarı” peşindeyim! Bu arada, havayolu şirketi değişince rotam da değişmiş bulundu, aktarma için Frankfurt’a değil, Amsterdam’a gidiyorum. O da 3 saatlik yol demek, üstelik saat sabahın 5’i, ölümcül bir şekilde uyuyacağım uçakta. Cam kenarı ayarlayabildim ama bendeniz Addams Family gibi kafasında kara bulutla gezen bir talihsiz kardeşiniz olduğum için koltuğum cam kenarı değil, duvar kenarı çıktı! Mümkün olabilecek en kötü koltuk yani: Camı olmayan bir cam kenarı! Klostrofobim olsaydı çıldırıvermiştim. Neyse efendim, Amsterdam’a vardık kazasız belasız; oradaki görevlileri de Amerika uçuş kartımı gözlerine sokarak ve “Dis iz e vindov siit izın’t it” cümlesini yüz defa tekrarlamak suretiyle çıldırttım. Her birinden ayrı konfirmasyon aldıktan sonra uçağa bindim. Peki ne oldu? Bana “Evet bu vindov siit’dir ve biz bu konuda çok eminiz” dedikleri 31F meğer uçağın neresiymiş biliyor musunuz? Orta bölümün en ortası! Yani bırakın cam kenarını, bırakın koridoru, uçağın tam ortasındaki dörtlü koltuğun ortasındayım! ıki yanımda koltuk var ve o iki koltukta, erkek irisi iki tane adam oturmakta! Maşallah koltuklar da konserve hamsi usulü itiş kakış dizilmiş, oturacağım yere bir insan değil, ancak bir Vileda sopası sığar! Sfenks pozisyonunda tam 12 saat uçulur mu? Hostese diyorum ki “Bak hostes kardeş, bana “erkek arası” koltuk vermişler, ben “baaağyan yanı” istiyorum. Düşünüyorum da bizim otobüs şirketlerinin “baaağyan yanı” sistemleri aslında pek iyi, pek hoş bir olay. O koltukta oturmak konusunda o kadar çok “no way” dedim ki, yaklaşık on kere yer değiştirdikten sonra (çünkü hepsinin sahipleri uçağa son anda yetişti!) son olarak çok yaşlı bir Alman çiftin yanında bir boş yer bulundu. Evet, talihsiz kardeşinizin yeri tahmin edin nerede: Az önce bahsettiğim, camı olmayan ama siz koltuk seçerken “cam kenarı” olarak geçen yerde! Üstelik çift ıngilizce bilmiyor ve kulakları da çok az duyuyor. Mecbur kaldıkça el hareketleriyle ve benim en son 12 yaşında “Ich bin zwölf” demeyi öğrenip orada bıraktığım berbat Almancamla anlaşmaya çalışıyoruz...
Uçuş kartı alırken dikkat edin!
Peki nasıl geçti yolculuk dersiniz? Dolmabahçe’nin önünde bekleyen askerler kadar dayanıklı bir insana dönüştüm, onu biliyorum. Neden mi? Onu da derhal anlatayım; efendim koltuk aralarında sadece dizlerinizin sığabileceği kadar boşluk var. Boeing, her anlamda minibüs gibi olmuş. Dolayısıyla tuvalete gitmek için yaşlı çiftin her ikisini de kaldırmam gerekiyordu. Bir kere kaldırayım dedim ama o kadar zorlanıyorlar ki, bir daha isteyemedim. O nedenle 12 saat içinde sadece bir kere tuvalete gidebildim, tuvalete gitmemek için de su içmedim ve senin Habitus bildiğin, kurudu. Los Angeles’ın zaten halihazırda insanın cildini, dudaklarını çatlatan bir havası var, şu anda çorak toprak gibi görünüyorum. Üstüne bir de 10 saatlik zaman farkı eklenince gecem gündüzüm karıştı, kendimi şaşırdım. Velhasıl kelam, bu uçak seyahatinden aldığım dersler sonucu şu uyarıyı yapmaktan kendimi alamıyorum: “1- Uçuş kartlarınızı alırken özel bir koltuk tercihiniz varsa dikkatli olun. Birçok uçakta A ve F cam kenarı iken büyük uçaklarda ortanın ortasına düşüveriyosunuz! 2- Cam kenarı diye aldığınız koltuk “duvar kenarı” olabilir, uzun yolculuklarda delirmemek için de buna özellikle dikkat ediyorsunuz!
Neden buradayım?
Yolculuk biraz meşakkatliydi ama Los Angeles’a pek hayırlı birtakım işler için gelmiş bulunuyorum, sana birkaç gün buradan bildireceğim sevgili Kaliforniya güneşi kadar parlak Habitus okuru. Buraya esas gelme sebebim çok yakında Amerika ile aynı anda CNBC-e’de başlayacak olan, Steven Spielberg ve Tom Hanks’in prodüktörlüğünü yaptığı bomba HBO dizisi The Pacific’in başrol oyuncuları James Badge Dale, Joe Mazzello ve Jon Seda ile görüşmek. Tabii bu kadar yol gelmişken sadece bu röportajı yapıp dönecek değilim! Dolayısıyla senin Habitus birtakım afacanlıklar peşinde... şimdi yazmayayım da sürprizi kaçmasın. “Aaaazz sonraaa!” diyor, bugünlük huzurlarınızdan ayrılıyorum...