Güncelleme Tarihi:
Sinema TV okuduğunuzu, yönetmenlik eğitimi aldığınızı biliyoruz… Neden kamera arkası ve işin mutfağı değil de oyunculukta karar kıldınız? Sanat dünyasına adım atış öykünüzü anlatabilir misiniz?
Aslında kamera arkasından vazgeçtiğim söylenemez. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV bölümünde okurken beş kısa film ve bir belgesel çektim. İki uzun metraj senaryo yazdım. Bunlardan birini Kültür Bakanlığı’na yolladım. Destek çıkmayınca bu hevesimi biraz askıya aldım. Yönetmenliğin çok başka bir meziyet ve yeti gerektirdiğini bildiğim için buna kendimi tam olarak hazır hissedinceye kadar beklemeye karar verdim. Profesyonel anlamda televizyon dünyasına adım atmam üç sene önce Antep’te çekilen ve benim de başrolünü üstlendiğim ‘Yersiz Yurtsuz’ dizisiyle olmuştur. Bu dizi için uzun süre ‘üzüm gözlü’ bir kız olarak tarif edilen Suna karakteri için oyuncu aranmış. Yönetmenimiz Cemal Şan ve yapımcımız Şükrü Avşar ile ilk görüşmeye gittiğim gün, beni görür görmez o ‘üzüm gözlü kız’ın ben olduğuma karar vermişler.
Berlin Film Festivali’nden burs kazanıp burada oyunculuk eğitimi almışsınız. Azeri kökenli ve yurt dışında yaşamış bir sanatçı olarak, bir karşılaştırma yaparsanız bizdeki sinema/dizi film sektörüyle diğer ülkeler arasında benzerlikler, farklılıklar neler açıklayabilir misiniz?
Aslına bakarsanız ben Berlinale Talent Campus’a bir kısa filmimle katıldım ve orada bulunduğum süre zarfında çeşitli workshoplara katıldım. Azeri kökenli olmama rağmen de 11 yaşımdan beri İstanbul’da yaşıyorum. Dolayısıyla bu karşılaştırmayı çok sağlıklı bir biçimde yapamayabilirim. Türkiye’ye taşındığımda ufacık bir çocuktum ne de olsa. Kendimi yabancı kökenli hissetmeyeli uzun zaman oluyor. Bildiğim, aslında herkesin bildiği şeyler. Yurt dışında insanların sistem tarafından daha iyi korunduğu, kesinlikle daha insani şartlar altında çalıştıkları, sendikalaşmanın ve mesleki örgütlenmenin faydaları… Ama iğneyi biraz da kendimize batırmak gerekirse, özellikle Berlin’de gördüğüm; insanların mesleklerine ve kendilerine olan sonsuz saygıları, müthiş disiplinleri, tesadüfi olmayan başarıları, merakları, azimleri…Burada insanlar vasat bir sistem içine girince kendilerine olan saygılarını yitirip, kendileri de vasatlaşıyor. İyi bir oyuncu -proje vasat bile olsa- iyi bir oyuncu olmaya devam etmeli diye düşünüyorum.
Dört dil bilen ve iyi eğitim almış, donanımlı bir oyuncu olarak ekranlarda dizi film enflasyonunun yaşandığı şu günlerde, eğitim almamış, sadece fiziki görünümleriyle rol alma şansını elde etmiş kişilerle ilgili görüşleriniz nelerdir?
Sadece fiziki görünümle yürütülen işlerin kısa ömürlü olacaklarına inanıyorum.
'Dilber’in Sekiz Günü’ ve ‘Acı’ filmiyle birçok festivalden ödüller aldınız. Sinema eleştirmenleri de hep sizin oyunculuk yeteneğizden bahseden yorumlar kaleme almışlar. Başarınızı neye borçlusunuz? Rollerinize nasıl hazırlan ıyorsunuz? Oyunculuk eğitimi alan gençlere bu konuda ne tür tavsiyeleriniz olacak?
Ben henüz arayışta olan bir oyuncuyum. Ne oyunculuk teknikleriyle ne kuramlarla ne de metodlarla ilgili kesin, oturmuş bir fikrim var. Kimseye tavsiye verebilecek bir konumda hissetmiyorum kendimi. Aksine benim tavsiyelere ihtiyacım var. Önümde yürümek istediğim uzun bir yol var. Olabildiğince kendim kalarak bu yolu yürümek, aramak, keşfetmek isterim. Bir karaktere hazırlanırken senaryo elimde, gece gündüz o karakteri kafamda evirip çeviririm. O en çileli, karakterin henüz kendini bana hiç açmadığı ilk günlerde hayatı kendime de en yakınımdakilere de zehir ederim. Menajerim Yasemin’i günde otuz kere arar, “Yasemin ben yapamayacağım galiba!” derim. Karakterin en dramatik sahnelerinin parodisini yapar, dalgasını geçerim. Sonra bir an gelir, karaktere ait bir şey çok inandırıcı bir hal alır. Ona inanmaya başlarım. Ondan sonra hiçbir şey artık eskisi kadar komik gelmez. Sonra da karakter, bütün ayrıntılarıyla belirir.
Sinema mı televizyon mu diye klasik bir soru vardır onu sormayacağız; sadece ödüllü, eğitimli, profesyonel bir oyuncu olarak sanat dünyasıyla ilgili beklentileriniz, hedefleriniz neler?
Açıkçası çok beklentim yok. Tabii ki aykırı roller oynamak, iyi yönetmenlerle çalışmak, büyük oyuncularla aynı projelerin içinde yer almak harika olurdu.
Sinema filmlerinizi çok zor şartlar altında çektiğinizi biliyoruz. İlginç anılarınız mutlaka olmuştur. İleride torunlarınıza anlatacağınız ilginç anılardan bir tane rica edebilir miyiz?
‘Dilber’in Sekiz Günü’nü Mardin’de 45 derece sıcakta, ‘Acı’ filmini ise Erzincan’ın iki bin metre yüksekliğindeki bir dağ köyünde,
eksi 35 derecede çektik. Eğer bu ikisinin ortasında bir sıcaklıkta bir film çekmeyi başarabilirsem, işte o zaman torunlarıma anlatacak güzel bir hikayem olur (gülüyor).
Nesrin Cavadzade, dizi ve film çekim saatlerinin dışında neler yapıyor? Hobileri neler? Ne tür kitaplar okumayı, ne tür müzik dinlemeyi seviyor? Hangi programları ve dizileri izliyor? Kendi oynadıklarını izlerken hatalarını görüyor mu, neler hissediyor?
Boş zamanlarımda düzenli spor yapmaya çalışıyorum. Bol bol film izliyorum. Canım çok sıkkın olduğunda ya da kitap okuyacak halim kalmadığında TV’ye takılıyorum. TV’de en çok bilgi yarışmalarını seyretmek hoşuma gidiyor. Hele bir de yarışmacıdan daha hızlı cevap verebildiysem, değmeyin keyfime! Kendimi seyretmek genellikle hiç eğlenceli olmuyor. Her zaman bir şeyime takıyorum. Kendimi çok nadiren beğeniyorum.
RÖPORTAJIN DEVAMI HAFTA SONU DERGİSİ'NİN BU HAFTAKİ SAYISINDA...