Bir geniş alana toplanır ahali.
Bir ortada duran -aslında kendisi de asılmış bir adama benzeyen- darağacına bakarlar, bir dönüp meydana gelen yola...
Bakarlar:
Birisini asacaklar...
*
Savaş günleri gibi her ortalık karıştığında, duygular yağmalanıp, yüreklerin kapısı kırıldığında...
Suçlar işlendiğinde...
Bir de bakarsınız birisini
Yolda mıncıklaya mıncıklaya, elden ele çekiştire çekiştire, birbirinizin kafasına vura vura erikleri berbat ettiniz.
Bir köy evinin kapısında erikler yerlere saçıldı...
O küçük kız, evin delikanlısı, yaşlı kadın... Yerdeki eriklere hüzünle bakıp, sadece onları sevdiğinizi hissetmek isteyen baba...
Öyle bakakaldılar...
*
Kürtler duygusal insanlardır.
Durup dururken kırdınız onları...
Eliniz boş gidip selam verseydiniz de yeterdi aslında.
Apo da gecikti..
Biraz daha utanmaz olsanız, hücresinin küçük penceresinden sesleneceksiniz:
“Keko Apo...”
“Hee...”
“Yazdın?..”
“Neyi?..”
“Yol haritasını...”
*
Bu yazıya başlarken, gözümün önüne Abant Gölü kıyısındaki o küçük kız geliyor. Bowling oynamıştık. Deliğini bulamayıp Zafer’le topu karpuz gibi kucağımıza aldığımızda bizi ti’ye alıyor, peşinden kıkır kıkır gülüyordu...
Bir süre sonra Zeynep melek olup uçtu.
Zafer Mutlu çok ağladı bebeğinin arkasından. Sonra hiç olmazsa onun anılarını yaşatmak için o okulu kurdu.
*
Sadece İstanbul’da kaç yüz kaçak tarikat okulu var, kaç yüz kaçak dergâh var, kaç kaçak kurs var, sayısını bilemeyiz.
Tümünü görmezlikten geliyorlar...
İstanbul’un dört bir yanına “Müslüman mahalleleri” kurdular, tümü orman arazileri üzerinde ve kaçak...
Ama
Ays; Ebru-Hüsnü Olut kardeşlerin goldeni. Gümüş ise karşıdaki Memurlar Sitesi’nin bildiğimiz Anadolu köpeği...
İkisi de erkek, kocaman ve iddialı.
Ama ikisi de uysal, özellikle çocuklarla oynamaya bayılıyorlar.
Husumet; Gümüş’ün Ays’ın duvarına işemesiyle başlamıştı.
*
İşte o gün kumsalda karşılaştılar. Gümüş sen git duvara yine işe...
Ve kavga başladı...
Biz uzaktaydık, koşup yetiştik. Andree her zamanki gibi “Gümüş bebeğimmm...” ya da “Ays, ne kadar ayıp...” gibi denemeler yaptıysa da fayda etmedi.
Ben bu “Başbakan aramalarını” bilirim.
Aranan, telefonu açtığında nedense evindeki koltuktan inip ayağıyla terliklerini arar ve parmağına geçirdiği tek terlikle ayağa kalkar.
Vücut hafifçe öne doğru eğilir.
Telefonu tutmayan el, göbek hizasında ilikleyecek bir düğme arar pijamada, bulamaz... Yine de sanki düğmeyi varmış gibi el orada dolanır.
Ve vücut kendi ekseninde önce küçük küçük, sonra geniş daireler çizmeye başlar ki biz buna “hula-hop pozisyonu” diyoruz.
Başbakan konuşur telefonda.
Aranan ne dediğini duymaz ve asla anlamaz.
Arada bir
“N’aber?” sorusu karşısında zor durumda kalan yabancı akrabam, kulağıma eğilip “Neyimi sordu?” demişti.
Ona “Aslında hiçbir şeyi... Şimdi sen de ona ‘iyilik’ diyeceksin” demiştim.
O da dönüp öyle yapmıştı:
“İyilik...”
Böylece neyi sorduğu belli olmayanla, neyin iyi olduğunu bilmeyen uzlaşmışlardı.
Zaten ben de neyi çözdüğümü bilmiyordum.
*
Sezen Aksu