“CIA’dan teklif aldığım için gurur duydum”

Güncelleme Tarihi:

“CIA’dan teklif aldığım için gurur duydum”
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 21, 2009 00:00

Oyuncu, yorumcu, sunucu... Eğitimli, donanımlı, tecrübeli, ödüllü... Sıcak, samimi, Avrupai, cıvıl cıvıl, kıpır kıpır… ‘Show girl’ tanımına yakışan isim Demet Tuncer’le keyifli bir röportaj yaptık.

Haberin Devamı

DEMET TUNCER FOTOĞRAFLARI

Emre Altuğ’la başrolünü paylaştığınız Avenue Q müzikaline dahil olmanız nasıl gerçekleşti?

Aralık ayının sonunda İngiltere’den yeni dönmüştüm ki, Volkan Severcan’ın beni aramasından sonra kendimi Volkan’ın ofisinde projeyi heyecanlı heyecanlı konuşurken buldum. Zaten çok beğendiğim ve merakla izlemek istediğim bir müzikaldi ama bir türlü Avenue Q müzikalini denk getirememiştim. Gecenin sonunda projede olup olmak istememi değil, Londra’ya hangi saatteki uçakla gidip müzikali yanyana seyredeceğimize karar vermiştik. İki gün sonra Londra’da oyun sırasında birbirimize bakıp katılarak gülerken bulmuştuk. Volkan’ın teklifine tereddüt bile etmedim. Volkan Severcan çok iyi bir oyuncu ve müzisyen kökenli bir oyuncu olduğundan ve müzikal kültürünü yaşadığından ondan kötü bir iş çıkabileceği aklımın ucuna bile gelmedi. Genelde vaad edilenlerle gerçekleşenler arasında uçurumlar olur. Bu seferse, olanlar Türk özel tiyatro standartlarını düşünürsek, çok daha fazlası oldu. Bu da benim için inanılmaz güzel bir sürpriz oldu. Keşke hep bu tarz sürprizler yaşasak!

Haberin Devamı

Canlandırdığınız Kate Monster nasıl bir karakter?

Kate Monster oyundaki iki canavardan biri. Canavar da oyundaki diğer semboller gibi hayatta bir şeyin sembolü. Kate, canavar olarak azınlıkları simgeliyor. İnsanların bilmedikleri, tanımadıkları şeylerden ve kişilerden aslında korktukları için uzaklaştıkları ve dışladıklarını dile getiren bir karakter. Duygusal, yumuşak, kararlı, hedefini bilen. Hayatının anlamı aşkıyla evlenmek ve bir yuva kurmak… Canavarlar için yani dışlanmış insanlar, özel insanlar için bir okul açmak.

“AŞK KELİMESİNİN İÇİ ÇOK BOŞALTILDI!”

Ve de romantik… Beyaz atlı prens konularına takılmış bir karakter. Gerçek aşk var mıdır? Aşkın var olduğuna inananlardan mısınız?

Gerçek aşk... İnsanların hayata, sevmeye ve sevilmeye bakışlarına bağlı. Sanırım insan ne istiyorsa onu buluyor zamanla hayatta. Önemli olansa bulduklarıyla mutlu olmaları ve değerini bilmeleri. Aşk kelimesinin içi o kadar boşaltıldı ki malesef. Ben gerçek sevginin aşktan daha güçlü ve uzun soluklu olduğuna inanıyorum. Bence sevgi zamanla aşka dönüşüyor. Gerçek sevgi ve aşka inanırım!

Haberin Devamı

Avenue Q; sizin, benim, sokaktaki insanın kısacası herkesin yaşadıklarına değiniyor. Hayatla mücadele…

Avenue Q; hayatın ta kendisi, sadece daha komiği. Hayatımızda karşılaştığımız önemli konuların bazılarını önümüze seriyor ve unuttuklarımızı bize hatırlatıyor. Irkçılıktan ön yargılı olmaya, geceden kalmadan aldatılmaya, sevgili kazanmaktan ayrılığa, emek verip dört sene hayallerini gerçekleştirmek için mezun olduğu üniversiteden hayata atılmaya ve hayatın pratikte, teorideki gibi olmadığını görüp afallamalarına kadar herşey konuşuluyor. Konuşulmayanlarsa söylenmedik kelimelerin aralarında seyirci tarafından anlaşılmayı bekliyor. Kısacası bu oyunda herkesin kendisi için bulabileceği bir yan var.

Haberin Devamı

Siz hayata ayna tutuyorsunuz bu müzikalle.

Aynen dediğin gibi… Biz sadece hayata, seyircilere bir ayna tutuyoruz. Bakması, aynada gördüğünü beğenip beğenmemesi, farkına varması ve değiştirmek için birşeyler yapması gerektiğini düşünmesi de seyirciye kalıyor.

Kadroda kimler var?

Kadro, şimdiye çalıştığım en enerjik, en sinerjik ve profesyonel kadrolardan biri. Kadromuzda bitmek bilmeyen muzurluklarıyla oyuna daha da renk katan ve insanların espiri taraflarını çıkartan, hep daha da şarkı söylemesini istediğim ve devamlı didiştiğim, didişmelerimizden de daha güzel espiriler çıkan partnerim Emre Altuğ. Türkiye’de çalışmaktan çok zevk aldığım ve huzur bulduğum müzikal yönetmenim, oyunculuğunu hayranlıkla izlediğim, gelse de bu mizanseni gösterse, oyununu seyretsem dediğim oyuncu, müzisyen, yönetmen arkadaşım Volkan Severcan. Türkiye’nin yetiştirdiği değerli oyuncularımızdan, rolünü itinayla çıkartan ve hergün rolüne yeni birşey ekleyerek bizi şaşırtan Engin Alkan. Japonya’da konservatuarın tiyatro bölümünden mezun olup Avenue Q’da bir de şarkı söyleyebildiğini kanıtlamış olan, Ayumi Takano. Kocaman gözleri ve yüreğiyle, pozitif enerjisiyle perde açmamıza iki hafta kala kadromuza dahil olan ve sanki başından beri bizimle varmışcasına usta oyunculuğuyla rolüne hayat veren Melda Gür.

Birlikte çalışmaktan onur duyduğum, kadroyu ailecek değil, sülalecek ele geçirmiş olan Sökmen çetesi. (Gülüyor) Kadroda olmalarından dolayı çok şanslı hissettiğim, her zaman destek, pozitif ve güler yüzlü olan, seslerini duymadığımda özlediğim, söylediklerinde de kıskandığım Melis Sökmen, Cenk Sökmen. Kuklaları hayata geçirmemizi sağlayan, Susam Sokağı liderlerinden oyuncu arkadaşımız Boğaçhan Sözmen. Bora Severcan’ı unutmayalım. Aslında müzikal projesinin fikir babası. Bora'nın “Avenue Q’yu yapalım” demesiyle ve Volkan'ın ona inanmasıyla başladı maceramız.

Haberin Devamı

“HUZURLU OLABİLMEK İÇİN KAVGALAR ÖNCEDEN YAPILMALI!”

Ekiple kaynaşma süreci…

Bu, ekipteki herkes için geçerli, herkes son derece eğlenceli. 29 kişiyi bir araya getiriyorsunuz. Sonra da dört ay boyunca sabah akşam provalarda beraber yaşıyorsunuz. İnsanların birbirlerini tanımaları, karakterlerini bilmeleri zaman içerisinde oluyor. Önemli olan bu ekipte herkesin iyi niyetli, sevecen ve ekip ruhuna sahip olması bence. Ben uzun vadede huzurlu olabilmek için yapılacak kavgalar varsa önceden yapılmasını tercih ederim. Şaşırtan kısımsa, bizim oyun çıkmadan doğum sancıları diye adlandırdığımız son iki haftanın çok rahat geçmesiydi. Bu kadar büyük kadronun sancıları çok hafif atlatması görülmemiş bir güzellikti bence.

Haberin Devamı

“EMRE’YLE DİDİŞİYORUZ! SOL KOLUNDAN ISIRIYORUM!”

Emre Altuğ’la başrolü paylaşıyorsunuz. Nasıl Emre ile çalışmak?

Keyifli, çok keyifli... Emre çok eğlenceli bir insan. Emre’yle çok güzel bir ilişki kurduk. Genelde provalar, televizyon programları hep birbirimize takılmayla ve didişmeyle geçiyor. Emre, çok kararlı, inanılmaz hızlı öğrenen, bazen biraz sabırsız olabilen ama kesinlikle müzikaller yapması gereken çok iyi bir oyuncu. Emre ile çalışmak çok güzel. Tabi beni çıldırttığında peşinden kovalamak ve sol kolundan ısırmakla yetiniyorum şimdilik. Sağ kola zarar vermeyelim, kuklaları oynatıyoruz, n’olur n’olmaz. Ama bunu Emre’ye sorun. ”Yooo ben çıldırtmıyorum, kendi kendine çıldırıyor. Ne bilim ben.” der. (Gülüyor) Uzun lafın kısası, Emre’yle çalışmak keyifli, verimli ve eğlenceli. Yürekten ve hissederek şarkı söyler Emre. Üzerine de oyunculuğu kattık mı… Onunla her türlü projede varım.

“BU OYUN KUKLA GÖSTERİSİ DEĞİL!”

Kuklalar da olduğu için ‘Büyükler için Susam Sokağı’ yakıştırılması yapılıyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Evet, ‘Büyükler için Susam Sokağı’ diyoruz. Çünkü çocukların hayat hakkındaki bilgileri bu oyunu takip etmek ve oyunu terkederken kendilerine dair bişeyler almaları için imkansız. Bu oyun kukla gösterisi değil. Çok eğlenceli, bol müzikli bir müzikal olmasına rağmen derin ve ciddi konuları da barındıran, eğlendirirken düşündüren bir müzikal.

Amerika’da müzikallerde oynadınız ve bundan bir önceki oyununuzda müzikaldi. Müzikal denilince ilk akla gelen isimlerden biri olma yolundasınız. Bu konuda sizi seçmelerini neye bağlıyorsunuz?

Ne kadar güzel söylediniz, çok teşekkür ediyorum. Benim hedeflediğim konum da buydu zaten ve doğru hedefe doğru ilerliyor olmam beni sevindiriyor. Müzikal tiyatro için ilk akla gelen isim olmaksa beni gururlandırıyor. Beni seçmelerini neye bağlıyorum. Sanırım bunu benim değil beni seçenlerin cevaplaması daha doğru olacak.

“İNSANLARIN EN BÜYÜK ENGELİ KENDİSİ!”

Müzikalin verdiği mesajlardan biri de insanların hayallerini gerçekleştirmek için çabalaması gerektiği. Kate Monster’de hayalini gerçekleştiriyor müzikalin sonunda. Ülkemizde çoğu insan hayallerinin peşinden gitmiyor. Neden sizce?

Biliyorsunuz ben de hayallerinin peşinden giden insanlardanım. Aslında ilginç olan müzikalde oynayan bütün arkadaşlara bakarsanız hepsi de hayallerinin peşinden koşmayı tercih etmiş olan ve inatla, kararlılıkla ne olursa olsun ideallerini unutmayan insanlar. Müzikali bu kadar başarılı ve etkili yapan da bu sanırım. Sanırım insanlar korktukları için risk alamıyorlar. Bu sponsorlar için de geçerli! Bence üzücü olan insanların artık içgüdülerini, iç seslerini dinlememeleri ve hep garanti işler peşinde koşmaları. İnsanlar veya sektörler atılım yaparak risk almazsa hiçbir sektör ileriye gidemez. Risk derken calculated risk yani hesaplanmış riskten bahsediyorum.

İnsanlar kaybetmeyi göze almak istemez bir bakıma.

Evet… Bu hayatın her bölümünde geçerli bir sorun. Kaybetme riski veya ilerleyememe korkusu insanların kendilerini aşmalarını ve aslında ilerlemelerini engelliyor. Yani aslında insanların en büyük engeli kendisi oluyor. Ben aileme bu kararlılığı gösterip, inandığım şeyin ve inandığım hayatın peşinden koşmamdan sanırım korkularıma kulak vermememden kaynaklandı.

MUTLULUK, İNSANIN KENDİNE İTİRAF EDEMEDİĞİ BİLİNÇALTI FARKINDALIKLARINDA SAKLI!”

Ve bu da size mutluluğu getirdi, istediğiniz şeyleri yaptığınız için.

Aynen… Mutluluk, insanın yalnız kaldığı zaman bile kendine itiraf edemediği bilinçaltı farkındalıklarında saklı. Ne olursa olsun, bence insan içindeki sesi dinlemeli. Eğer o iç sesi dış ses yapabiliyorsanız daha huzurlu ve mutlu oluyorsunuz. Bazı iç sesler içte kalmalı tabii. Her iç sesi de duyurmak karşındaki için sağlıklı olmayabiliyor, o da ayrı konu.

Çok doğru söylüyorsunuz. Peki nedir hayallerinin peşinden gitme konusunda insanları korkutan?

Korkutan nedir? Korkutan bilinmeyendir. Toplum normlarıdır, dışlanma korkusudur. Yani yine çıktığımız yer kestiremediklerimiz yani bilinmeyenlerdir. Oysa insanlar kendilerini iyi tanısalar ve komplekslerinden arınıp kendilerini oldukları gibi önce kendileri kabul etseler bu korkuların daha da azalacağına inanıyorum. Toplumun bizden istedikleri ve beklediklerini değil, bizim topluma verdiklerimiz, renklerimiz sağlıklı, huzurlu, düşünen ve irdeleyen bir toplum yaratacaktır.

“MÜZİKLE İLGİLİ BİR SÜRPRİZİM VAR!”

Müzikalde hayalini gerçekleştiren karaktere hayat veren Demet Tuncer’in hayalleri arasında neler var?

Demet Tuncer’in hayalleri bitmiyor. Bitmez de umarım! Yakın zamanda müzikle ilgili bir sürprizim var. Sinema da hayallerimden...

Müzikalde verilen mesajlardan biri de insanın hayatının amacını bulması…  Amacımızı ararken de bizi gerçekten mutlu eden amacı bulmak aslında esas olan. Hayatta neler sizi mutlu ediyor?

Herkes gibi başarılı olmak, ilk akla gelen sanatçı olmak, yaptığım veya içinde bulunduğum projelerle insanların hayatlarına dokunabilmek. İnsanları mutlu etmek ve hayatlarına bir nefes olmak beni çok mutlu eder.

Müzikaldeki mesajdan yola çıkarsak… Sizin hayatınızın amacı nedir diye sorsam…

Amacım, hedefim yurt içi ve dışı ilk akla gelen ve beğenilen bir sanatçı olmak. Yurtdışı projelerinde de ismimi duyurmak ve Türkiye’yi temsil etmeye devam etmek. Hayallerimi gerçekleştirmek.

“MÜZİKAL PUZZLE GİBİDİR. BİR PARÇASI BİLE EKSİK OLSA TAMAMLANAMAZ!”

Şöyle bir düşünürseniz; müzikalde rol almanın avantajları ve dezavantajları neler?

Müzikallerde rol almanın hiçbir dezavantajını görmüyorum. Benim için her zaman müzikallerde yer almak büyük avantajlar sağlar. Oyuncunun birden fazla yetisini kullanabilmesini sağlar. Hem oyunculuğunu, hem şarkıcılığını, hem de dansçılığını besler. Birden fazla koordinasyon gerektiren oyunlarsa oyuncuyu daha da ilerletir. Bu müzikal bir koordinasyon daha ekledi bize, o da kuklalar. Kuklalarla illüzyonu sağlamamızı öğretti ki bu çok zormuş ama bir o kadar da keyifli!

Müzikaller aslında daha mı avantajlı tiyatro oyunlarına göre? Yani verilmek istenen ince mesajları şarkılar aracılığıyla, insanları eğlendirerek vermek adına?

Böyle bir ayırım yapamam. Çünkü mesajı nasıl ve ne kanalla verdiğin ve ne kadar etkili verdiğin önemli. Bunu tiyatronun her dalıyla renkli bir şekilde yapabilirsiniz. Bazı insanlar müzikalleri veya onların yapılarını beğenmeyebilirler. Ama müzik, melodiler her zaman için insana çok güzel dokunur ve etki yapar. Bilhassa canlı orkestrayla yapılan müzikaller sahneyi başka yere taşır. Ki playbackle müzikal, müzikalin kültürüne aykırıdır. Müzikal canlı orkestrayla yapılır ve orkestra ne kadar iyi olursa hem oyuncular daha keyifli oynarlar hem de seyirci daha da etkilenir. Malesef playback yapılan oyunlara müzikal denmesi biraz içimizi burkuyor, kandırmaca gibi geliyor. Bilhassa bu müzikalin müzikleri eğlenceli ve kolay gözükse de altında inanılmaz karmaşık birçok seslilik barındırıyor. Müzikal bir puzzle gibidir, bir parçası bile eksik olsa tamamlanamaz.

“ELİMİZİ KAYANIN ALTINA SOKTUK!”

Masrafları çok olduğu için ülkemizde çok fazla müzikal yapılamıyor. Hatta hiç… Sponsor desteğinden başka neler yapılmalı ki, müzikallerin sayısı artsın?

Az önce dediğim gibi... Hayallerin peşinden koşulmalı. Yoksa hayatın hiçbir anlamı ve özelliği olmuyor. Riske girilmeli ama minimum riske… Kimileri kumar oynamayı sever. O zaman o kumarı doğru yerlerde akıllıca oynamalı. Bu iş için konuşursak, bu müzikal dünyanın dört bir yanını kasıp kavuran bir oyun. 2004 yılında en iyi müzik, en iyi metin, en iyi oyun ödüllerini almış bir müzikal. Bizim ülkemizde de çok tutulacağını biliyorum. Ama insanlar bu değeri anlamaları için çok geç kalmasınlar. ‘Türkiye’de müzikal yapılamıyor kardeşim! Ne müzikal oyuncusu var, ne yapımcı, ne de ışığı yapabilenler’ deniliyor, ama biz yaptık! Biz üzerimize düşen görevi en iyi şekilde yaptık ve elimizi kayanın altına soktuk. Peki şimdi kim bizimle ellerini o kayanın altına sokacak ve omuz verecek?

Milyonlarca insan sizi ‘Çocuklar Duymasın’ dizisindeki ‘Mary’ rolüyle tanısa da, dizinin ardından ‘Müzikaldeki Hayalet’ müzikalinde rol aldınız. Şimdi de ‘Avenue Q’ adlı müzikalle yolunuza devam ediyorsunuz. Müzikalden konuştuk,  biraz da sizi tanıyalım.
 
İnsanın kendisini anlatması biraz zor. Hukukçu bir ailenin kızıyım. Sahneyle ilk olarak 1989’da Türkiye’de tanıştım. Lise eğitimimi 1990 yılında birincilikle kazandığım liseler arası bir sınav sonrasında, devlet bursuyla Amerika’da Birleşmiş Dünya Kolejleri’nde tamamladım. 1993 -1997 tarihleri arasında H.U.N.M Üniversitesi’nde başladığım Müzikal Tiyatro ve Siyasal Bilgiler eğitimlerimi University of New Mexico’ da bitirdim.

Bu arada Amerika’da eğitiminizi sürdürürken sanat hayatınıza da devam ettiniz.

Aynen... Eğitim hayatımla sanat hayatımı paralel ilerlettim ve Amerika’da yaşadığım süre içerisinde dünyaca ünlü sanat eğitmenleri ile çalışma fırsatı yakaladım. Müzikallerde rol aldım. Broadway’de ilk akademik tiyatronun yapımcılığını üstlenen ve aynı zamanda şu anda Houston Üniversitesi’nde dans ve drama bölümlerinin dekanlığını üstlenen Steve Wallace ile birçok projede çalıştım. ‘Santa Fe’ operasında yer alan dünyaca ünlü tenor Andre Garcia Nuthman’ın müzik direktörlüğünü yapmış olduğu müzikallerde rol aldım.

“BENİ TÜRKİYE’YE DÖNDÜREN KARİYER PLANI DEĞİLDİ!”

Amerika’da güzel işlerde yer alıp da orda başarılara imza attıktan sonra neden döndünüz Türkiye’ye? Sizi Türkiye’ye döndüren ne oldu?

Beni Türkiye’ye döndüren bir kariyer planı değildi. Daha çok bir gönül bağı, manevi ihtiyaçtı. O dönemde çok sevdiğim bir insanı kaybetmiştim. Tam mezun olduğum gün haberini almıştım, zor günler geçirdim. Hayatta aileye ve dostlara ne kadar ihtiyaç olduğunu o zaman daha iyi anladım. Kariyer, iş, planlar, hiçbirisinin hayatı tamamlamadığını gördüm. Onbeş yaşımdan beri bavulum elimde ailemden ve ülkemden bir amaç uğruna uzaktım. Yok olmamak, kendimi, Türklüğümü, beni ben yapan nitelikleri kaybetmemek için dimdik durmaya çalıştım.

Geri dönmek zor olmadı mı peki?

Geri dönmek zor bir karardı. Birçok bilinmeyen vardı ama ben küçük yaşımda kimse olmadan bu başarıları elde etmiştim. Artık dünyanın her yerinde istediğim başarıyı yakalayacağımı biliyordum. Fakat önce ailemle olmam gerekiyordu!

İçinizin acıdığı zamanlar da olmuştur.

İçinizin acıdığı dönemde hayata olumlu bakmak için kendinizi zorluyorsunuz. Beni iyi hissettiren hedeflerden biri ise Amerika’da öğrendiklerimi, yaşadığım tecrübeyi ve yeni Demet’i ülkemde de göstermekti. Ülkeme geri verebileceğim çok şey olduğuna inanıyordum. Hep bir şeylerin eksikliğinden bahsederdik. Ben bahsedenlerden değil, iyileştirmede katkıda bulunanlardan olmak istedim ve geldim.

“CIA’DAN TEKLİF ALDIĞIMDA GURUR DUYDUM!”

CIA gibi bir kaç kuruluştan teklifler de almıştınız Amerikada’yken. Böyle bir şeyi üstelik Türk olduğunuzu bile bile size teklif etmelerini neye bağlıyorsunuz?

Açıkçası, gurur duydum! Bana bu teklif uluslararası güvenlik dersimize giren profesörümden gelmişti. Onunla birkaç makalesinde uyuşturucu trafiği üzerine birlikte çalışmıştık. İstihbarata olan ekstra ilgimi anlamıştı sanırım ki, benimle çalışmaya devam etti. Bana benim Türk’e benzemediğimi, Amerikalı ve Avrupalıya benzediğimi, hatta farklı yapımdan, insanlara yaklaşım tarzımdan, gözlemlerimden, lisana olan kabiliyetimden ve sanırım bukelamun potansiyelimden dolayı ilgi çekebileceğimi söylemişti. Türkçe’min ana lisanım olduğunu ama İngilizce’min de artık ana lisanım olduğunu gördüğünü ve bunu kullanmak isteyeceklerini söyledi. Sonra da böyle bir teklif geldi. Böylesine önemli bir durum için seçilmiş kişi olmak beni gururlandırdı. Ama cevabım “Üzgünüm, ben ailemi satmam, benim ailem ülkemdir.” oldu. Bir daha asla konusu açılmadı.

“BABAM DİPLOMAT OLMAMI İSTİYORDU!”

Amerika dönüşü Türkiye’de ne yapmak istediğinizi belirleme ve kendinizi kabul ettirme konusunda sorunlar yaşadınız mı? Yaşadınızsa nelerdi bunlar, ve bunlara tepkileriniz ne şekilde oldu?

Yaşamaz olur muyum! (Gülüyor) Babam benim diplomat olup Türkiye’yi siyasal platformda temsil etmemi istiyor ve bekliyordu. Annem benim mutlu olmamı, geçici bir hevesle bir şey yapmamamı istiyor ama her zaman, her ne olursa olsun yaptığı gibi ablamla kale gibi arkamda duruyordu. İçimdeki ses ise beni hep insanların önüne, sahneye itiyordu. Bir dönem çok bocaladım ve ara yolu bulmaya karar verdim. TABA - AmCham’in ( Türk - Amerikan İşadamları Derneği- Amerikan Ticaret odası) genel müdürlüğünü üstlendim. Bir buçuk sene işte kaldım ve çok büyük tecrübeler kazandım.

Hatta o tecrübeleriniz arasında Bill Clinton’un kabinesi ve Hillary Cllinton’un konferanslarını düzenlediniz.

Evet... Bill Clinton kabinesiyle birlikte Amerikan Konsolosluğuyla Hillary Clinton’un konferanslarını düzenledik. ABD’den gelen senatörlerle yakın temasta olup Türk iş adamlarıyla toplantılar düzenledim.  Ama bir buçuk senenin sonunda bir iş adamları ödül töreni sunumunda kendime ihanet etmeye başladığımı hissetmeye başladım ve istifa ettim. Sanırım küçük yaşta bavuldan yaşamaya alışınca uzun bir süre aynı yerde kalamıyorsun.

Sting’in yanı sıra Amerika’da daha birçok ünlü sanatçının şan hocası olan Austin Miskel’in dikkatini de çekmişsiniz.

Austin Miskel’in dikkatini de çekmeyi başararak birlikte çalışma fırsatını yakaladım. Ayrıca, New York operasında ünlü bir bas-bariton olan Carlos Archuleta ile birlikte müzikallerde oynadım.

Hedeflerinizde daha iyiye ulaşmakla beraber çok yönlü olmayı da seçerek yolunuzda ilerliyorsunuz.

Her zaman çok yönlü olmak için kendimi eğittim ve hedeflerimi hep yaptıklarımın daha fazlasını yapabilmek için koydum.

Türkiye’ye döndükten sonra güzel bir başlangıç yaptınız. Hem de ödül alarak... Ülkemizde profesyonel olarak rol aldığınız ilk tiyatro hangisiydi?

Türkiye’ye döndükten sonra profesyonel olarak rol aldığım ilk tiyatro Gencay Gürün’ün tiyatrosu, Tiyatro İstanbul oldu.  ‘Aşkın Yaşı Yok’ oyunuyla ‘Marie Collette’ rolünü canlandırdım ve 2005 yılında, Selim Naşit Tiyatro Ödülleri’nde “Komedi Dalında En İyi Kadın Sanatçı Ödülü”ne layık görülerek çok güzel bir başlangıç yapmış oldum.

Sonrasında yaptığınız çalışmalar...

2006 yılında Sadri Alışık Tiyatrosu’nda Ray Cooney’nin yazdığı Türkiye’de Çetin Akcan’ın sahneye koyduğu ‘Kaç Baba Kaç’ adlı oyununda ‘Jane Tate’ rolünü canlandırdım. Aynı dönemde İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde ‘Batı Yakasının Hikayesi’nde ‘Anita’ rolüyle misafir sanatçı ünvanıyla AKM büyük salonunda dolu seyircilerin ayakta alkışlama hayalimi gerçekleştirmiş oldum.

Garo Mafyan, Atilla Özdemiroğlu ve Uğur Başar kuruculuğundaki İstanbul Gelişim Orkestrası'nın bir dönem solistliğini üstlendiniz. Bu ekibe dahil oluşunuz nasıl gerçekleşti?

Hayatımda önemli dönüm noktalarından bir tanesi İstanbul Gelişim Orkestrası’dır. Onlarla tanıştırılmam büyük bir tesadüf sonucu oldu. Figen Çakmak’la tanıştırıldıktan sonra Figen, Garo Mafyan’a benden bahsetmiş. Onlar da o dönemde tam yurtdışından solist almaya karar verdiklerinde, Figen’in bu teklifi onlara çok enteresan gelmiş ve benimle tanışmak istediler. Onlara eğitimimi, sahnede neler yaptığımı ve yapmak istediklerimi anlattım ve sanırım onlar da bir yenilik düşünüyorlardı ki ekibi benle yenilemeyi istediler. Onlarla tanıştığım için çok şanslıyım. Başladığım noktalar hep kaliteli noktalar oldu.

“RADYO BENİM İÇİN HEP ÇOK FARKLI OLDU!”

Radyoda programlar da yaptınız. Radyoculuğa bulaşmanız nasıl oldu? Devam ediyor mu?

Radyoya ilk bulaşmam üniversite zamanında oldu. İlk programımı Amerika’da ‘Türk Lokumuyla iki saatte Dünyayı Devr-i Alem’ ile yaptım. Dünya şarkıları ve kültürler hakkında bilgi veriyordum. Bol bol da Türkçe şarkılar çalıyordum. Türkiye’ye geldiğimde radyoya “bulaşmam” ilginç bir şekilde, şu anda çok ünlü olan bir arkadaşım için olmuştu. Ben o dönemde sanatla uğraşmıyordum ama radyodan bana da teklif gelince başlamaya karar verdim. İyi ki de o stüdyoya girmişim. Radyoyla ilgili ne zaman konuşsam mutlaka kendimi yüzümde bir gülümsemeyle buluyorum.

O zaman, radyo sizin için farklıdır sanırım.

Evet. Radyo benim için hep çok farklı oldu. İnsanlar beni yüzümü görmeden, sesimin onlara yarattığı kişilikle samimi olmaları, hayatlarını paylaşmaları, hayatlarına girmeme izin vermeleri ve beni dinlemek için sabahları işe giderken veya hazırlanırken kanalı ayarlamaları bence çok keyifli bir sihir. Hiç önyargı olmadan kişinin fiziksel yapısını bilmeden çekici bulmaları bana hep çok ilginç gelmişti!  Ama radyoculuk başlı başına ayrı bir meslek ki, kendimi asla radyocuyum diye göremem. Fakat radyoda program yapmayı da çok özledim.

Sizdeki yetenekleri say say bitmiyor. Oyunculuk, yorumculuk… Zaman zaman sunuculuk da yapıyorsunuz. Eğitimli bir solist ve aynı zamanda eğitimli bir dansçı olmanızın size ve de özellikle oyunculuğunuza katkıları ne şekilde oluyor?

Geliştirdiğiniz her yetenek, öğrendiğiniz her yeni şey donanımınızı güçlendiriyor ve aslında hiçbiri birbirinden çok da bağımsız değil. Yani oyunculuğunuz sahnenize sesiniz oyunculuğunuza dansçılığınız sesinize… Hepsinin birbirine faydası var. Hepsi aslında birbirine tutkal vazifesi yapıyor ve sonuçta ‘entertainer’ kimliğiniz ortaya çıkıyor.

“SHOW GİRL DENİLİNCE AKLIMA İLK GELEN LİZA MİNELLİ, BETTE MİDLER!”

Bu saydıklarınızla ‘show girl’ tanımına uyuyorsunuz. Peki sizce neden ‘Türkiye’de birkaç hatta hiç ‘show girl’ çıkmıyor? Bu konuda eksik olan nedir insanlarda?

“Show girl”ün taşıdığı anlamda anlaşmamız lazım önce. Show girl denilince benim aklıma ilk gelen Liza Minelli, Bette Midler oluyor. Bu iki örneğe baktığınızda çok iyi şov yaptıklarını yani çok iyi oyuncu, şarkıcı ve dansçı olduklarını gözlemliyorsunuz. Kabare şovlarında çok başarılı olduklarını ve değişik rollere rahatlıkla girebildiklerini görüyorsunuz. Türkiye’de bunu yapan kadın sanatçı isimlerini bir düşünelim. Kim geliyor aklınıza?

“BAŞKALARININ YAPAMADIKLARINI DİLLENDİRMELERİNE GEREK YOK!”

“Etrafta boş konuşanlar çok. Boş konuşanlara sadece yazık diye bakıyorum” diyorsunuz. Peki sizce neden bu konuşmaların çokluğu.

Bence insanlar çalışmak ve üretmek yerine dedikodu yaparak oyalanmayı tercih ediyorlar. Yapacak işleri olan insanların boş yere harcayacak bir dakikaları bile yoktur. Gözleri başka şeyleri bile görmez, işlerine konsantre olmuşlardır. İnsanlar çeşit çeşit, oldukları gibi kabul etmek gerekir. Bence insanların kendi yaptıklarını dillendirmeleri değil, başkalarından duymaları daha kıymetlidir. Başkalarının yapamadıklarını da dillendirmelerine gerek yoktur. Kendine güvenen insanlar bunun gibi artı değeri olmayan, kimseye katkı sağlamayacak sadece üzecek, hırpalayacak ve enerji kaybı olacak gereksizliklere ihtiyaç duymaz. Ben işime tutkulu biçimde bağlıyım. İşim benim ihtiyacım; su içmek, yemek yemek veya tuvalete gitmek gibi... İhtiyacını gidermek isteyen insan ona katkı sağlamayacak bilgiler için zamanını harcar mı? Hayır!

Bunun yerine size bir şeyler katabilecek...

Evet, aynen... Ben her zaman ‘Bu bilgi bana ne katacak veya benden ne götürecek’ diye düşünürüm. Başkasına da aktarmayı düşündüğümde aynısını onun için değerlendiririm. Hayatta en kolay eleştiri yıkıcı eleştiridir. Yapıcı eleştirileri dostlarınız, işin ehli insanlar ve zeki insanlar yapabilir.

Biliyorsunuz, yıllar geçse bile sevilen oyuncuların rolleri üzerine yapışır. Çocuklar Duymasın dizisi biteli çok oldu ama hâlâ Mary diye seslenen insanlar oluyor mu? İnsanlar neler söylüyorlar sizi gördüklerinde?

Eskisi kadar değil tabii. Saçlarımın rengi değişince insanlar ‘Acaba o mu’ diye yaklaşıyorlar. Ama tanıyanların hepsinden duyduğum olumlu sözler beni çok onore ediyor. Geçen ay Londra’daydım ve orda bile bir sabah caddede yol gösteren bir adam bana İngilizce “Siz Mary Hanım değil misiniz” dedi bana. “Evet” dedim. Çok komik durumlarla karşılaştım Londra’dayken de. Acaba ‘Çocuklar Duymasın’ın Londra bölümlerini mi çeksek? (Kahkahalarla gülüyor)

Amerika’da müzikallerde rol almış biri olarak oradaki tiyatro oyunlarıyla buradakiler arasındaki en bariz farklar nelerdir?

Eğitim olanakları, prodüksiyon finansı ve endüstrinin çok daha küçük olmasından kaynaklanan tecrübe eksikliği. Her sektörde olduğu gibi, daha iyi bir ürün istiyorsanız AR - GE çalışması yaparsınız. Bunun için fizibilite çalışması hazırlarsınız ve ürünü taleplere uygun en iyi şekilde geliştirirsiniz. Sonra da pazarda alıcıyla buluşturursunuz. Bu adımların hepsi yaptığınız yatırımla orantılıdır. Müzikaller için sponsorlar bulabilsek hayallerimize daha da yaklaşabiliriz ama şu anda bunlar mümkün değil.

Tabii ki kıyaslanamaz ama dizi oyunculuğu da yaptınız, tiyatro oyunculuğu da… İkisinin sizde bıraktığı izleri soracak olursam...

İkisini karşılaştıramam. Sahne oyuncuya hayat verir, besler ama diziler bu yetenekli oyuncuların tanınmasını sağlar ve onların tiyatro sahnelerinde devam edebilmeleri için ailelerine bakmak ve mecbur kaldıkları için değil seçtikleri projeleri yapabilmelerini sağlar. Benim için sahne her zaman daha renklidir. Çünkü aynı oyun oynansa bile seyirciler farklıdır ve alınan keyif de... Televizyon benim insanlara ulaşmamı sağlar. Daha çok tanınmamı ve dolayısıyla daha fazla üretmeme izin verir.

“BAŞKALARINI KENDİME RAKİP GÖREMEM!”

Kendinizi geliştirme konusunda sizi etkileyen, yüreklendiren şeyler neler?

Benim için en önemli rakip yine Demet Tuncer. İnsan kendisini zorlayabiliyorsa ve kendisine katabildiği tecrübeler, yetenekler oluyorsa zaman içinde gelişebiliyor demektir. Başkalarını kendime rakip göremem. Çünkü herkes kendi içinde özeldir ve farklıdır. Mutlaka birilerinin hayatlarına onların sevdiği tarzda dokunuyorlardır.

Tüm bu yaptıklarınızın dışında yaptığınız bir çalışma daha var. O da Mikael’le ‘Söylemeyin’ adlı şarkıda yaptığınız düet. Bu düeti gerçekleştirmeniz için nasıl, ne şekilde teklif geldi?

Mikael, Londra’da yaşayan Türk’lerimizden... Beni takip ediyormuş ve sahne şovlarımı çok beğeniyormuş. “Söylemeyin” parçası için aklında hep bir soundtrack yapısı varmış. Bir oyuncunun bu şarkıyı söyleyebiliyor olmasını çok istemiş ve bu teklifle bana geldi. Ben de çok beğendim şarkıyı ve ortaya unutulması zor bir parça ve klip çıktı!

 “AJAN ROLÜNÜ CANLANDIRMAYI ÇOK İSTİYORUM!”

Canlandırmayı çok istediğiniz bir rol var mı? Ya da şu rolü çok iyi canlandırabilirim dediğiniz...

Hem de nasıl…  Ajan rolünü canlandırmayı çok istiyorum!  O zaman her karakteri senaryo gereği rahatlıkla yapabilirim! Bunun yurtdışındaki örneği ise “Alias” adlı dizi.

İnsanın kendisinde olmayan bir özelliği canlandırmasının avantajları dezavantajları...

Avantajları; yoğrulmamış ve fırınlanmamış bir hamur düşünün. İstediğiniz gibi yoğurabilirsiniz, yeni formlar yaratabilirsiniz. Dezavantajları ise; alışkanlıklar. İnsanın vazgeçmesi zor olan alışkanlıkları.

“YÜREĞİMİ KALIPLARA SIKIŞTIRMAK ZORUNDA KALMADIĞIM ZAMANLARI ÖZLÜYORUM!”

Türkiye – Amerika. İki farklı kültürü yaşamış biri olarak gözlemleriniz... Ve de özlemleriniz…

Tamamen iki farklı kültürden bahsediyoruz. Ama Türkiye’de, insanların kendi hayatlarını, toplumun düşüncelerine göre yaşamalarını daha az isterdim. Başkalarının yaptıklarıyla değil de kendi yaptıklarımızla ilgilenmeyi hatırlasak hayat daha rahat olacak. O zaman ayıp olmasın diye veya başkalarına hoş görünmek için birtakım şeyleri yapmazdık. Herkes kendi rengini ve kendi güzelliğini koyardı ortaya. Sanırım en çok bu rahatlığı özlüyorum. Yüreğimi kalıplara sıkıştırmak zorunda kalmadığım zamanları...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!