Güncelleme Tarihi:
1 Eylül 1994.
Bundan yıllar önce…
Adana’dayım.
Lise son sınıfta…
Ve ben okumaya, yazmaya ve araştırmaya meraklı biri olarak gazeteci – yazar olmak istiyorum.
Her konuda köşe yazıları yazmak, röportajlar yapmak…
Ama nasıl, deli gibi…
Hayaller kuruyorum, Hürriyet Gazetesi’nde yazabilmenin hayalini…
‘Gün gelecek ve ben bir gün…’ diyerek…
O yıllarda Hürriyet’in yanı sıra takip ettiğim, haftalık popüler bir dergi de var.
Her hafta Çarşamba günleri sabahın köründe aldığım, yazılarını, röportajlarını yalayıp yuttuğum…
Postayla yolladığım mektuplar ve telefon aracılığıyla derginin çalışanlarıyla sıkı fıkı olduğum…
Öyle ki, telefon açtığımda sesimden tanıyorlardı artık!
Yazılar yolluyorum dergiye, Adana’ya gelen sanatçılarla röportajlar yapıyorum. Röportajları deşifre edip, kağıda yazıp fakslıyorum dergiye.
Ki o zamanlar mail yok, herkesin evinde bilgisayar yok.
Derginin yayın Yönetmeni arıyor, ‘Melike, nerden buluyorsun bu ünlüleri ve bu soruları nasıl soruyorsun? Biz bulamıyoruz bu isimleri ve nu soruları soramıyoruz.’ diyor.
Ve yolladıklarım noktasına virgülüne dokunulmadan o dergide tam sayfa olarak yayınlanıyor.
Sonra bir gün…
Dergiyi ziyarete gidiyorum.
Yeri nerde? Hürriyet Medya Towers. Yani Hürriyet Gazetesi’nin binasında.
Böyle bir mesleğe ve daha dış görüntüsüyle insanı etkisi altına alan, modern, her türlü konforu düşünülmüş bir çalışma ortamına kim ‘Hayır’ diyebilir ki?
Kararım kesinleşti aklımda. Hem gazeteci olacak hem de Hürriyet Gazetesi’nin bu binasında çalışacaktım!
Kesinlikle!
Ben gazeteci olacağım.
Köşe yazıları yazacağım, röportajlar yapacağım.
Tabii bu hayalime o zamanlar çevremdeki insanlardan bıyık altından gülenler, kaale almayanlar, inanmayanlar oluyor.
Gayet doğal…
Onlara hiç aldırmadan, yazılar yazmaya, okumaya devam ettim. Yıllar sonraki bugünleri, bugünlerdeki konumumu hayal ederek!
Üniversitede Halkla İlişkiler bölümünde okurken gazetecilikle ilgili başvurular yapıyorum.
Dergilere, gazetelere, ulaşabildiğim gazetecilere…
Olumsuz cevaplar alıyorum her defasında.
Zorluklar, engeller dikiliyor karşıma.
Yıllar süren mücadelede artık son umut olarak popüler bir internet sitesiyle bağlantı kuruyorum, ‘Röportajlar yapmak, yazılar yazmak istiyorum’ diyerek…
Bu internet sitesi bana şans verdiğinde tarih 1 Eylül 2003’ü gösteriyor.
Orda bir süre parasız çalışmaya başlıyorum.
Yazdığım yazılar, yaptığım röportajlar sitenin manşetinden veriliyor.
Peki, bu internet sitesinin ofisi nerde dersiniz?
Hürriyet Gazetesi’nde desem…
Yaaaaa :)
Ne tesadüf değil mi?
Sabahın çok erken saatinde kalkıp, günde (2 saat gidiş 2 saat geliş) 4 saat trafikte boğuşsam da, çalışma binasını, binanın tepesindeki amblemi gördüğümdeki gülümsemeyi ve mutluluğumu anlatamam hâlâ. “Yok artık” derseniz şaşırmam. :)
Bir süre parasız çalışmaya başladığım yerde 5 yıl işimi tutkuyla yaptım.
Diyeceğim o ki, yıldızlar kadar uzak olsa da, hayallerinizden asla ama asla vazgeçmeyin!
Orada röportajlar yapıp, köşe yazarı olarak yazılar yazıp, haberler hazırlayıp, ‘Yazı İşleri’ sorumluluğunu alarak 5 yıl çalıştım.
Çok sevdiğim işimden geçen yıl istifa ettim. Nedeni de, bilirsiniz, ülkemizde başarı pek sevilmediğinden!
Ve asıl olay bundan sonra başlıyor!
***
1 Eylül…
Sonbaharın başladığı gün…
Ama benim için umudun, hayallerin, güzelliklerin başladığı…
1 Eylül 2008’den itibaren sonbahar değil, hürriyetimin baharı oldu bu tarih.
Ki geçen yıl Temmuz ayında, bir önceki işimden istifa etmişim, bir buçuk ay boyunca iş aramışım bulamamışım…
Ruhumun daraldığını hissettiğim, umutlarımın yavaş yavaş tükenmeye başladığı ama birçok insanın umutla yazılarımı sorduğu, cümlelerimi okumayı beklediği bir dönemdi.
Yapmak istediğim çok şey, yazmak istediğim çok yazı, imza atmak istediğim bir dolu proje varken hayatın zorlaştığı, çemberimin daraldığını anladığım bir zaman dilimiydi.
Hayatı yaşıyordum ama o bana gülmüyordu. Bana zincir vurmuş, ruhumu esir almaya başlamıştı sanki. Nefes aldırmayacak kadar hem de.
Kurduğum düzeni bozmak zorunda kalarak, tutkunu olduğum işi yapamayacak, aşık olduğum İstanbul’a veda edip Adana’ya dönmek üzereyken, Ağustos’un son haftasında gelen bir haberle…
‘Bir çıkış yolu olmalı’ dediğim bir gün karşıma çıktı Hürriyet!
Öyle bir anda karşıma çıktı ki; bana hürriyetimi vererek, hayatla yeniden kucaklaşmamı sağladı.
Hürriyetime ‘Hürriyet’ ile kavuştum.
Hem de hayatta yapmak istediklerimin, hayallerimin beni çağıran, göz alıcı heyecanı ve mutluluğu eşliğinde…
1 Eylül 2008 itibarıyla; işimi tutkuyla, mutlulukla yaparak, kendimi daha da geliştirerek, hep daha iyi işler yapma çabasıyla çalışarak bugünlere geldim.
Hem de hürriyetin ne demek olduğunu son bir yılda daha da iyi anlayarak…
Gerek kendi ayaklarımın üzerinde durabilme gerek çok sevdiğim ve çok istediğim işi yapabilmenin gerekse de ‘İşimle ilgili ne yapmak istiyorsam onu yapabileceğim’ konusunda bana duyulan güvenin özgürlüğünü…
Hem az önce saydığım özgürlükleri hem de kültüre, sanata, güzelliklere, değişimlere, kaliteye, netliğe, sevgiye, başarıya, tutkuya, yaşama, aşka ve ruhuma açılan özgürlüğü yaşamak…
Tabii ki hayatı yaşayarak, yaşamın farkına vararak…
Yazarak…
Duyguları, yaşananları, mutlu - hüzünlü anları, yıldızları andıran hayalleri, hayatın içindeki gerçekleri, gözlemleri, özlemleri, her şeyi yazarak…
İşimin hürriyetinde; yazdığım köşe yazılarım ve yaptığım röportajlarımın yanı sıra son bir yıldır öğrendiklerimdi az önceki tüm saydıklarım.
1 Eylül 2009…
Hürriyet’te 1. yılımdı.
Her yazımı coşkuyla yazışımda, her röportajı tutkuyla yapışımda dememin yanı sıra “İyi ki Hürriyet’teyim” dedim dün, onlarca kez, gelen tebrik telefonlarını ve maillerini gördükçe.
İyi ki Hürriyet’teyim.
Kalbimin cumhuriyetinde, kalemimin hürriyetinde…