Bu adaya düÅŸmek isteyeceksiniz!
Hayat yolunda gidiyor gibi ama gitmiyor mu?
Bu aralar bir bıkkınlık duyuyor musunuz?Â
Hiçbir şey yapmak istemiyor musunuz?
Her şey üstünüze üstünüze mi geliyor?
Biraz nefes almak istiyorsunuz sanki deÄŸil mi?
‘Nerden biliyorsun bu halde olduğumu’ demeyin.
Hayattan yorulduğumuzda veya canımızı sıkan durumlar ortaya çıktığında, bir sihirli değnek olsa da her şeyi yenilese diye aklımızdan geçirmişizdir hemen hepimiz.
Böyle durumlarda balkona çıkıp avaz avaz bağırmak isteriz.
Bir kitaba, bir şarkıya, bir şiire, bir filme sığınırız.
Ya da gözümüz hiçbir şey görmeden, abur cubur, ne bulursak, delice yemek yeriz.
Veya sokağa atarız kendimizi ya da sahile…
E hadi bunları yaptınız ve sizi kesmediyse…
Ne yapacaksınız o zaman?
Siz de benim yaptığımı yapın.
Bir anda karar verin ve yola düşün.
Kendinizi yenilemeye, kendinize gelmeye…
Nereye…
Büyükada’ya…
Pişman olmayacaksınız.
Motora binip sahilden adaya doğru yol almaya başladığınızda denizden esen hafif rüzgarın yüzünüze çarpmasıyla kendinize gelmeye başlıyorsunuz.
Deniz ve iyot kokusunu içinize çekerek…
Beyaz beton yığınları ve insanlar sahilde, arkanızda kalıyor.
İnsanlar, arabalar küçülüyor, küçülüyor, nokta oluyor.
Gözünüze mavinin her tonundaki deniz ve İstanbul manzarası değiyor.
Dalıp bakıyorsunuz bu görüntüye.
Hatta fotoğraf makinenizle ölümsüzleştiriyorsunuz gözünüze takılan bu güzellikleri.
Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Büyükada’ya varıyorsunuz.
Sahilde iyot kokusu karşılıyor sizi.
Meydandan yol alıp yürüyerek adayı keşfe başlıyorsunuz.
Arabaların olmadığı sokaklarda, alabildiğine özgür dolaşabilmek ne güzelmiş.
Kollarınızı iki yana doğru açarak, çocuksu bir coşkuyla yürümek…
Faytonla ve bisikletle gezenlere bakıyorsunuz.
Trafiksiz bir yaşama imrenerek adanın tepelerine doğru yürüyor, keşfe devam ediyorsunuz.
Yanınızdan faytonlar geçiyor, gözleriniz o muhteşem köşklerle buluşurken.
Tepeye varana kadar yürüdükten sonra soluklanıp bir kahve molası veriyorsunuz.
Sonra ne yapıyorsunuz?
Adada olduğunuzu fark ettiren o hoş macera başlıyor.
Fayton sefası…
Kuruluyorsunuz, keyifle yaslanıyorsunuz arkanıza.
Atların nal sesleri kulağınızda yankılanırken görsel şölen başlıyor.
Maviyle yeşilin, sahille denizin buluşup gözlerinize bayram ettiren eşsiz görsel şölene bir de sonuna kadar içinize çektiğiniz açelya kokuları ekleniyor.
Hadi gelin de yenilenmeyin ÅŸimdi.
Yenilenmek ne kelime, yeniden doÄŸuyorsunuz adeta.
Bir bebek gibi…
İçinizdeki tüm sıkıntılar, sorunlar bir anda yok oluyor sanki.
Uçup gidiyor her şey!
Yenilenen hücreleriniz, oksijen dolan ciğerleriniz, umut dolan kalbiniz kalıyor geriye.
E daha ne olsun?
Bu kendinize gelişle noktalanan bir saatlik fayton sefasının sonrasında, sahilde gri, kızıl, turuncu ve sarının seviştiği gün batımı karşılıyor sizi.
Bu anlatılmaz ama yaşanılası manzarayı karşınıza alarak bir restoranda oturup balık – rakının tadını çıkarıyorsunuz.
Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken şehre dönmek istemiyorsunuz ama ‘Vakit tamam Abbas yolcu’ zamanı gelip çatıyor.
İstanbul sizi çağırıyor.
Motora kurulup dönüşe geçiyorsunuz.
Ve gökte ay kıpkırmızı!
Evet yanlış okumadınız Güneş değil Ay kıpkırmızı!
Kızıl Ay; kaldığımız yerden hayat yolunda yürümemiz gerektiğini göz kırparak, bize hatırlatıyor yaşamı, tutkunun rengi olan kızıllıkla.
Kırmızı Ay’ı deklanşöre basarak ölümsüzleştirip yerime kurulduktan sonra, adaya dönüyorum hayalimde.
Film karelerinde yaşıyor, film izliyor gibi…
Adadaki hangi film karelerine dönüyorum peki?
Â
Atların nal sesleri eşliğinde fayton tırmanırken adadan yokuşu...
Gözüme değen maviyle yeşilin, denizle sahilin mistik dokusu…
Burnumda hayat bulan açelyaların içimi dolduran kokusu...
Dilimde ise Gökhan Kırdar’ın ‘Çeeekkkkk faytonu, yarime uzanalım. Çağırıyor güllerin hasreti…’ şarkısının sözlerinin kalbimdeki tortusu…