'Yapraklar Evi'nin sırrını yazarından dinledik

Güncelleme Tarihi:

Yapraklar Evinin sırrını yazarından dinledik
Oluşturulma Tarihi: Mart 29, 2018 13:50

Türkçe çevirisinin ‘Yılın Edebiyat Olayı’ bayraklarıyla raflara düşmesi ne klişe bir abartı ne yorucu bir pazarlama balonu. Dipnot, aynı anda kullanılan farklı yazı tipleri, renklendirmeler, sayfada sağa sola dağılmış metinler... Bir kitabın fiziksel yapısını yeniden yorumlayan, denenmemiş bir edebi anlatım yolu seçen, Amerikan yazar Mark Z. Danielewski imzalı ‘Yapraklar Evi’, orijinal baskısından 18 yıl sonra Monokl etiketiyle artık Türkçede. Danielewski’ye Los Angeles’taki evinden ulaştık, gizemi hâlâ tam olarak çözülememiş yapıtını konuştuk.

Haberin Devamı

Bir evin içinde bir yazarın adımlarını takip ettiğinizi düşün. Evin sabit bir krokisi, formu yok. İçi, dışından büyük bir ev burası ve her oda, her köşe sanki tuğla yerine ‘yapraklarla’ örülü; sürekli hareket halinde, geride bıraktığınız her oda kayboluyor. Amerikalı yazar Mark Z. Danielewski’nin ‘Yapraklar Evi’ bu: Hikâye içinde hikâye içinde hikâye içinde hikâye... Hangi karakter gerçek, hangisi ‘hayali ürün’ hakiki bir muamma. Tek bir gerçeği olmayan, kurmacası bol bir yapıya sahip. Gerçeği, okurun takdirine bırakıyor; her seferinde aklınızı daha da karıştıracak, kafanızda kurduğunuz kurguyu tekrar bozacak bir çomak sokmayı ihmal etmiyor.
Kitabın önce internette parça parça yayımlanıp daha sonra 2000 yılında ilk kez basıldığında kopardığı yaygaranın sebebini anlamak için kitabı elinize alıp sayfalarını hızlıca çevirmek yeterli. Bazı sayfalarında kelimler üst üste yığılmış, bazısında koca sayfada tek hece ya da paragraf niyetine tek sayfa genişliğinde bir dipnot. Yazı sütunları altüst, form yerle bir. Neredeyse tamamı algı zorlayan bir grafik oyunu ve neredeyse her hamlenin anlatılan hikâyeye ilişkin bir amacı var. Los Angeles - New York arası bir Skype buluşmasında, Los Angeles’ın alışılmadık soğuğundan şikâyet ederek ve kat kat giyinmesinden ötürü özür dileyerek başlıyor sohbetimize Danielewski.

Haberin Devamı

Orijinal baskısının üzerinden neredeyse 18 sene geçmesine rağmen her yıl bir ülke daha nihayet ‘Yapraklar Evi’ çevirisini tamamlıyor ve siz tekrar kitap hakkında konuşma mesaisine dönüyorsunuz. Bitmeyen senfoni gibi...
Ve hiç de bitmeyebilir. Hâlâ çevirisi üzerinde çalışan en az 6-8 ülke var şu an, mesela. Tuhaf bir his. Birden çok dile çevrilen, uluslararası bir okur kitlesine erişen romanların belli bir dolaşım süreci vardır. En fazla birkaç yıl içinde çevrileceği kadar dile çevrilir ve ömrünü tamamlar. Kitabın neredeyse 20 yıla yayılan bir diyaloğa dönüşmesini görmek tabii ki gurur verici.

Üzerinden zaman geçtikçe çevirisi daha da zorlaşıyor olabilir mi?
Kesinlikle. Zaman içinde romanın yapısı ve formu hakkında yüzlerce analiz yazısı, forum tartışması ve akademik makaleler çıktı, hala çıkıyor. Bunların bir sonucu olarak kompleks yapısı zaman içinde daha da kompleks bir hal alıyor. Bu durumda çevirmenin işini daha da zorlaştırıyor.

Haberin Devamı

Parçaları/sayfaları bir araya getirdikçe ‘kural yıkıcı’ bir yapıta dönüştüğünü ve hakkında bu kadar çok analiz yazısı çıkacağını seziyor muydunuz?
Bu, ilk randevu için buluştuğunuz bir kadına bakıp “Bir gün evleneceğiz ve çocuklarımız olacak” demeye benziyor. En fazla “Şahane bir şey bu” deyip heyecanlanıyorsunuz. O kadar.

Sonra?
Sonrasını yani gerçeği idrak etmek için onlarca kez kapının suratına kapanması var. En az 30 yayınevinden ret yemiş bir roman bu.

30 küsur kez ‘hayır’ yanıtını alan bir yazar ne hisseder? Nasıl umudunu kaybetmez?
Asla basılamayacağını, başarısız bir deneme olarak çekmecemde çürüyeceğini düşündüm tabii. Bir yanım, dışarıda bir yerde bir avuç insandan ibaret de olsa bir okur kitlesi olduğunu hep düşündü. O yanımın yanılmadığını görmek mutluluk verici.

Haberin Devamı

Böyle bir romanı ilk kez 2018’de yayınlayacak olsanız yine aynı formu mu kullanırdınız?
Emin değilim. 2015’te ‘The Familiar’ başlıklı uzun volümlü bir roman serisine başladım. Şu ana kadar beş volüm yayımlandı (Her biri yaklaşık 900 sayfa). Her volümü, bir dizi sezonu formatında kurguladım. Los Angeles’ta, Türk kökenli bir dedektif polisin etrafında dönen bir hikâye... Dizi projesi maalesef uzun ömürlü olmadı. Uzun bir zaman dilimine yayılmış ve anlatım dili son derece kompleks gözüken bir hikâye günümüz kültürel düzenine uyum sağlayamadı. Politik haberlerin, en gizemli/heyecanlı şovlardan bile daha çok izlendiği bir düzen bu. Her şeyin daha hızlı, köşeli ve biçimli olması gerekiyor. Gerisi ‘tanımlanamayan cisim’ olarak algılanıyor ve uzayın derinliklerine salınıyor.

Haberin Devamı

Türk kökenli dedektif polis karakterin özel bir hikâyesi var mı?
Adı, Özgür. ‘Fırsatlar Ülkesi’nin cazibesine kapılmış, İstanbul’u terk edip Los Angeles’a yerleşmiş bir Türk. Her Amerika’ya yerleşen yabancı gibi ‘Amerikanlaşma’ arzusu var. Meslek olarak kendine ‘dedektifliği’ seçmesi de bu yüzden. İstanbul’a ilk ve son gelişim 1988’dir. Zengin, sıcak ve kaotik bir yapıya sahip bir şehir; sarsıcı bir şekilde büyülenmemek elde değil. Yolu İstanbul’dan geçip de şehrin havasından, kokusundan ilham alarak bir roman karakteri yaratmayan yazar zor bulursunuz.

‘Yapraklar Evi’nin ilk baskısının üzerinden 18 yıl geçti ve aslında toplam kaç ‘asıl’ hikâyeden oluştuğu hâlâ bir muamma; internette sırf bunun üzerine hararetli tartışmalar yapan sayfalar, forumlar mevcut. İnsan, bu kadar kompleks bir yapıyı, içinde kaybolmadan, akıl sağlığını yitirmeden nasıl inşa edebilir?
Aynı soruyu çoğu zaman müzisyen arkadaşlarıma sorarım. Özellikle de piyanistlere... Düşünsene, 10 parmağı aynı anda kullanarak son derece farklı notaları aynı anda çalarak ortaya çokkatmanlı, çoksesli bir beste çıkarıyorlar. “Bu nasıl mümkün” diye sordukça şu yanıtı aldım: “Her parmak, her nota birbirine bağlıdır ve ahenk içinde beraber çalışır aslında. ‘Yapraklar Evi’ de her notası birbirine bağlı müzikal bir kompozisyon aslında. Her melodisi farklı bir ‘anlatıcı’ tarafından seslendiriliyor ve ortaya sonsuz bir senfoni çıkıyor. Bu ‘yapı’yı kurarken içinde kaybolmamı sağlayan şey, aklımdaki o melodik senfoniydi.

Haberin Devamı

Kitabın sayfalarını ilk kez taradığımda “Bunu yazan bir yazar değil anarşist ruhlu bir mimar olmalı” dediğimi hatırlıyorum...
Önüne gelen tüm formları, alanları bodoslama yıkmayı seven, düzensizlikten kendi düzenini yaratan bir mimar...

Böyle bir benzetmede bulan hoş ve anlamlı bir tesadüf olmalı.
Zaman içinde mimarlık okullardan davetler aldım, mimar öğrencilerine ‘algı ve yapı’ üzerine çeşitli konuşmalar yaptım. Bir yapıt ortaya çıkarmam, tıpkı bir mimar gibi, en az 5-10 sene sürebiliyor. Bir oturuşta, belli bir süre zarfında romanını bitirebilen bir yazar olmadım hiç. Kapandıkça derinleşen, derinleştikçe ortaya kendiliğinden farklı boyutlar ve katmanlar çıkaran bir yapı bu. Her boyut, beraberinde yeni bir alan getiriyor. Öyle ya da böyle, entelektüel bir sonucu olan her türlü işin üretim şekli birbirine benzer. İçine girdikçe, derinliğinde kayboldukça ‘beyaz’ın yeni bir tonunu keşfedersin. Beyazın da beyazıdır bu. Romandaki ‘ev’in içinde vakit geçirdikçe, dış dünyada binaları daha farklı bir gözle incelemeye başladım.

Kitap, “Bu senin için değil” cümlesiyle açılıyor. 18 yıl sonra geriye dönüp baktığınızda, bu cümle sizin için ne ifade ediyor?
Açıklamaya çalışsam yanına bile yaklaşamam. Hayatımda kurduğum en kişisel cümlelerden biridir. Okurun da gözünde aynı kişisel yere sahi olduğundan eminim. Her yazar, romanına az biraz “çocuğum” muamelesi yapar. ‘Yapraklar Evi’ de benim için öyle. Artık, büyüdü, koca adam oldu, reşit çağına geldi. Kitlesiyle kurduğı ilişki benden tamamen bağımsız. Ben hiç karışmıyorum, girmiyorum aralarına. Arada çocuğunun eve getirdiği arkadaşlarına kısa bir “Merhaba” diyip ‘Ben gideyim de çocuklar aralarında rahat rahat konuşsun’ düşüncesiyle odasına çekilen baba gibiyim.

‘Çocuk’ size mı çekmiş?
Bana benzeyen yönleri var, bunu görebiliyorum. Fakat pek çok yönden benimle alakası yok. Ben de her ebevyen gibi büyülenmiş bir halde “Kime çekti bu çocuk? Nasıl benden böyle bir şey çıktı?” sorularına yanıt arıyorum.

Yapraklar Evinin sırrını yazarından dinledik

Yapraklar Evi
Mark Z. Danielewski
Çeviren: Gökhan Sarı
Monokl Yayınları, 2018
800 sayfa, 77 TL.

BAKMADAN GEÇME!