Big in Japan...
Gözümü kararttım ve iki günlüğüne Tokyo’ya yol aldım. Halkı, mutfağı ve eğlence hayatıyla Japon kültürünü kısa sürede keşfetmeye çalıştım. İşte gözlemlerim ve kişisel deneyimlerim.
YOLCULUK
* Uçağa bindiğimde yerimin öndeki üçlü koltuk bölümünde olduğunu gördüm. Benim numaram tabii ki ortadaydı. Birbirleriyle muhabbet içinde olan iki Japon teyze iki yanımda yer alacaktı. Teyzelerden birine “Birlikte oturmak ister misiniz?” diye sordum. Bana gülümsedi ve “NO!” dedi. Anladım ki ortada oturmak Japon kültür ve geleneklerine göre de aşırı gıcık bir durum. “Denemek zorundaydım” dedim. Hostes güldü, teyze gülmedi.
* Koltuğa oturmamızla birlikte -uçak daha kalkmadan- iki Japon teyze de hummalı bir hazırlığa başladı. Terlikler ve pijamalar giyildi. (Hayır, yanımda değil) Her şey jilet kıvamında katlandı, yastıklar ve örtüler aşırı muntazam şekilde yerleştirildi. Sonra uzun krem sürme seansları başladı. Öyle ki uçağın türbülansa mı girdiğini, yoksa ciltlerin nemlenmesi için gerekli vibrasyona mı maruz kaldığımı ayırt etmek mümkün değildi. Sonrasında göz bantları takıldı, koltuk yatırıldı ve uyudular.
Kimsenin zarfla para istemediği gelin arabaları...
* Sadece onlar değil, tüm uçak akşam yemeği sonrasında gözlerini kapatmıştı. Ama saat daha 8'di. Bir kuzucukken beni o saatte Adile Naşit bile uyutamamıştı, 12 saatlik uçuş kim oluyordu!
* Bir film açtım ve beyaz şarap söyledim. ‘Internship’ adlı filme başladım. Ama görüntü çok kötüydü, Vince Vaugn’un ne kadar vasat bir aktör olduğu bile zar zor seçiliyordu. Şunu anladım ki HD teknolojisi görüntü açısından biz izleyicileri oldukça şımartmış. Birkaç kadeh sonra hostesler benden sıkılarak kadehleri ağzına kadar doldurmaya başladı. Yine de sabaha karşı göreceğim rüyanın görüntüsü bile filmden daha netti.
TOKYO
* Tokyo’da kaldığım otel Shibuya’nın örümcek ağı adı verilen noktasındaydı. Binlerce kişinin karşıdan karşıya geçtiği, “Lost in Translation” filminden de hatırlayacağınız ikonik bir yer burası. Binaların üzerinde video reklamların oynadığı, kalabalığın dans eder gibi birbiriyle uyumlu olduğu, sürekli bağıran bir Japon genç kız sesinin kanıksandığı...
* İlk gün Tokyo’nun ‘hipster’larının takıldığını öğrendiğim Harajuku’da dolandım. Alışveriş yapacaklar için en çılgın seçenekler bu semtte yer alıyor. Ve dükkânların içinde sadece ve sadece 90’ların rock şarkıları çalıyor. Öyle ki, Harajuku için Akmar Pasajı’nın büyük ve pembe olanı diyebiliriz.
* Hava sıcaklığı İstanbul’a göre 3-4 derece daha yüksekti. Ekim ayı ortasında tüm seyahat boyunca tişörtle dolaştığımı söylemem gerek.
* Shibuya’daki İzou Restaurant’da mutlaka yemelisiniz. Obama’nın da tercih ettiği bu mekânı sakın lüks bir yer sanmayın. Salaş ama her şey inanılmaz lezzetli. Tek başıma beş Koreli, iki Meksikalı, bir Tayvanlı’nın toplamından daha fazla yediğim için net konuşabiliyorum.
ŞEHİR HALKI
Tokyo'da ANAP Genel Merkezi ve kadın kolları binası dikkatlerden kaçmadı!
* Sanırım uzun etek yasağı ülkede anayasa ile güvence altına alınmış olmalı. Bir tane bile görmedim. Pantolon giyen kadın ise tek tük...
* Japonlar inanılmaz saygılı ve düşünceliler. Teşekkür ederken “Özür dilerim” diyorlar çünkü minnet duydukları her neyse sizi zahmete soktukları için mahcuplar. Yolda maske takan birçok Japon görebiliyorsunuz. Amaçları taşıdıkları grip virüsünü başkasına bulaştırmamak... Çok yardımseverler. “Yakında ATM var mı?” diye sorduğum bir kadın gidip üç kişiye sordu, yanıt alamayınca bilgisayarını açıp haritaya bakmaya başladı, 10 dakikanın sonunda işinden istifa edip kendini bu amaca adamaması için onu durdurmak zorunda kaldım.
* Bu saygı ve gelenekselliğin yanı sıra Japon yarışmalarının o çılgın titreşimini de sokaklarda koklayabiliyorsunuz. Ana caddede gece yarısı yürürken hiç tanımadığınız bir Asyalı kadın usulca sokulup kulağınıza ‘Blowjob’ diyebiliyor. Duymazdan gelin.
* Bazı siyahi abiler de strip kulüplerine gelmem için “Vallahi sadece bak çık” temalı ikna yöntemleri denediler. “I am from Turkey, i know your tricks” (Çeviri: Yer mi Anadolu çocuğu) yanıtımdan sonra bana hayat hikâyelerini anlattılar. Sierra Leone’deki ailesinin fotoğraflarını gösteren abimize buradan saygılar.
* Japonlar için sağlıklı yaşam çok önemli. Sürekli balık yiyen bir halkın balık etli bile olmamasındaki ironi göze hemen çarpıyor.
* İngilizce bilmiyorlar. Hiç ihtiyaçları olmamış. Jest ve mimik kullanımı bakımından küçük çaplı bir Fatih Terim’e dönüşmeden iletişim kurmak mümkün olmuyor. Taksici için de üst düzey yönetici için de durum aynı. Mesela, röportaj yaptığım global şirketin COO’su ile tercüman aracılığı ile anlaştık. İngilizcesi “Anlıyorum ama konuşamıyorum” seviyesindeydi. CEO dahil tüm yönetimin hali de farklı değildi. Yetenekli ve yetkin olmak bu ülkede başarılı olmak için yeterli.
HAYAT
* Japonya’ya gidip bir tapınağı görmeden tabii ki olmazdı. En dikkatimi çeken bir pano oldu. Küçük tahtalara dua ya da dileğinizi yazıyor ve o panoya asıyorsunuz, kabul oluyor. Sadece 500 Yen (10 TL). “Dilek gerçekleşmezse para iadesi var mı?” sorusu ise sadece benim aklıma geliyor.
* Japonya teknoloji olarak gerçekten 5 yıl önde gidiyor. Bir noodle restoranında da bir klozet üzerinde de bunun örneklerini görmek mümkün. Evet, taharet teknolojisinde açılmadık çığır kalmadığını gösteren bu fotoğrafı paylaşarak konuyu noktalamam hepimiz için en hayırlısı.